Türkiye’nin yakın tarihinde sermayenin yönetsel düzeyde tüm büyük paradigma değişikliklerine sol vitrinli liberal birer gazetenin eşlik ettiğini, yeni paradigmaya rıza ve destekleyici argüman ürettiğini söylemekle başlayalım. Radikal, Taraf ve son olarak yeni Cumhuriyet budur. Ve bugün, yeni Cumhuriyetin manşetinde AKP ve MİT silahları patlatılıyorsa, bir gün Komünist Manifesto ve Deniz ve altı gün Selo veriyorsa, sermayenin Obama Doktrini’ne bir “Türkiyeli” gazete hediye ettiğini düşünebilecek durumdayız. Bir başka yazımın son cümlesini burada tekrarlamak uygun görünüyor: Mevcut durum, sosyalist hareket için, kimi tehlikeleri ve daha büyük fırsatları beraberinde getiriyor.
Türkiye, 1996 yılına 93 konsepti ve bu konseptin doruk noktasını oluşturan Erbakan-Çiller hükümetiyle girdi. 93 konseptinin anahatlarını, kabaca, ülkeyi soldan ve Kürt yükselişinden “kurtarmak” için sermaye ile ordunun bir yandan İslam’a ve diğer yandan kanlı ve mafyatik bir Kürt savaşına sarılması olarak saptayabiliyoruz; her ikisi de bir devlet politikası olmuştur. Ancak, 1997’ye ilerlerken, Erbakan AB karşıtlığı ve İran yakınlaşması ile hem Batı’nın hem de sermayenin şimşeklerini üzerine çekti ve Genelkurmay da kendi eserinin karanlığından ürktü. Paradigma değişikliğinde dönüm noktaları Susurluk ve 28 Şubat oldu.
Çevik Bir’in deyişiyle, “demokrasiye bir balans ayarı” şart olmuştu, ancak sermaye ve Amerika, Türkiye için Erbakan’ı istemediği ölçüde, gerçek bir laiklik de; aydınlanmacı bir bilinç yükselmesi de ve diğer yandan, bir askeri yönetim de istemiyordu. 28 Şubat’ın Erbakan karşıtlığıyla yetindiğini, İmam Hatip liselerinin orta kısımlarını kapatırken, Gülen’in 150 civarındaki kolejinden bir tanesine bile dokunmadığını ve askerin de buna hiçbir ciddi itiraz göstermediğini biliyoruz.
“Özgürlükçü sol”, Birikim Dergisi’nde sıkışıp kaldığı sayfalardan çıkarak Türkiye siyaset sahnesine, işte bu dönemde, her ikisi de 96’da kurulan Radikal ve ÖDP ile giriş yaptı. Her ikisinin kuruluş döneminde de Murat Belge’yi görebiliyoruz. İki yapının ortak sloganı “Ne şeriat ne askeri darbe” oldu. Erbakan’a karşıtlık, ama dine özgürlük: laiklik tartışmasında formül böyle şekillendi. Aydın Doğan, Radikal ile birdenbire devlet içindeki çeteleri, JİTEM’i, elbette hepsinden önce ve bol vurguyla sivil toplum ile insan haklarını keşfetmiş görünürken, bir yandan da en sert eleştirileri aydınlanmacı ve Jakoben sosyalizme getirdi. Öte yandan düzen, ÖDP’nin her şeye rağmen, sosyalizmden tam olarak “özgürleştirilemeyeceğini” kısa zamanda öğrendi ve ÖDP’den istediği “verimi” alamadı: Birikim ekolünün oldukça erken zamanlarda “derin ÖDP” teşhisi işte bu hayalkırıklığının ürünü olarak tarihe geçti.
Servis gazeteciliği
“Servis gazeteciliği” deyişi, Taraf’ın bavulları ve polisten daha polis yayıncılığıyla gündemimize otursa da, Radikal gazetesinin benzer bir “asrın davası” ile birden parladığını hatırlayan azdır. Susurluk, Radikal’in yayın hayatına başlamasından 20 gün sonra patlak verdi ve Radikal, Susurluk haberlerinde diğer bütün gazetelere “nal toplattı”. Henüz 20 günlük olan ve eğitimli orta sınıfa seslenen gazete göz açıp kapayıncaya kadar 720.000 tirajına ulaştı. Şubat 97’ye gelindiğinde “Sivas’ta RP terörü”, “Sivil darbe baskısı” manşetleri göz dolduruyor, İsmet Berkan’ın, 28 Şubat’tan bir hafta önce Washington’dan yazarak gönderdiği köşe yazılarında yaklaşmakta olan darbe usuldan haber verilirken, darbenin ordunun dahil olduğu ama yönetime el koymadığı, meclisin açık kaldığı bir tür “sivil darbe” olması gerektiği çağrıları yapılıyordu. Şimdi pek yüksek perdeden karşı çıktıklarına bakmayın, Berkan’ın bahsettiği ne idüğü belirsiz “sivil darbenin”, bugün postmodern darbe dedikleri çıkış olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Berkan’ın Washington’dan yazılarında, Abdullah Gül’ün Amerikan Yahudi lobisinin pek sevgili ismi olarak göklere çıkarılmasını da, bir tür “bonus” olarak eklemek gerekiyor.
Radikal’in sonraki döneminde “Ben sağcıyım ama Radikal özgürlükçü solun sesi olacak” sözüyle hafızalara kazınan Eyüp Can’ı ve Taraf gazetesi deneyimi geçiyorum; Taraf deneyimi hafızalarda pek taze olduğundan ve Taraf neredeyse her yönüyle deşifre olduğundan, bu yazıda üzerinde durmaya gerek yok ve hızla “yeni Cumhuriyet” gazetesine geçiyoruz. Obama’nın IŞİD’e savaş ilanının hemen ardından bu sitede arka arkaya yazdığım yazılarda, 1) Amerika’nın Rusya-İran-Suriye cephesi kırılmadan Suriye’ye saldırma gücü olmadığını ve Esad’ı en azından uzunca bir süre öncelikli hedef olmaktan çıkardığını, 2) Obama’nın bir tür de-islamizasyon politikası izleyeceğini, 3) Bu de-islamizasyonun Türkiye için gerçek bir laiklik anlamına gelmediğini, 4) Ancak, Tayyip Erdoğan’ın, hem Suriye hem de dizginsiz islamizasyon politikasında artık yalnız olduğunu, 5) Amerika’nın yeni dönem politikasında seküler Kürtler’e yer açtığını ve yükselttiğini vurguladım. Artık Obama Doktrini diyoruz ve Türkiye’de perdenin, Şirin Payzınlar’ın birden depreşen sınırsız HDP aşkı ile başladığını düşünüyordum. Şimdi ise Cumhuriyet’in Charlie Hebdo çıkışı bir başlangıç sayılabilir mi, sormak uygundur.
Charlie Hebdo ve Cumhuriyet
“Laikçi” korkusuyla yaşayan liberal sol dışındaki kesimler tarafından bir süredir 2. Cumhuriyet adıyla anılan Cumhuriyet gazetesinin Charlie Hebdo baskısı, radikalliğiyle, şaşırtmış ve sevindirmişti. Şaşırmak da sevinmek de yerindedir. Öte yandan, Charlie Hebdo olayının, Fransa başta olmak üzere, “öncelikli hedef IŞİD değil, Esad olmalı” diyen Batılı aktörleri dört karikatüristin kanlarıyla, öncelik sırasını değiştirmeye zorla ikna etme ve “süpergüç Amerika”nın Esad’ı indireceği iddiasını gerçekleştiremeyince düştüğü durumu, Paris’in göbeğinde yaşatılan dehşetle örtme işlevi gördüğünü unutamayız. Charlie Hebdo olayı, tüm dünyada bir laiklik dalgası estirdi; Žižek, solu laiklik bayrağını yeniden yükseltmeye çağırırken, Türkiye’de sol gazeteler dışında, bayrağı yükseltmek de bir zamanların “laikçisi” Cumhuriyet’e düştü. Hebdo baskısının tarihi, Can Dündar’ın Cumhuriyet’in başına geçirilmesinden hemen öncedir. Tarihin ve Makyavelist anlamda talihin, eski mizanpajını koruduğu son günlerdeki Cumhuriyet’e, eski “laikçi” günlerini andıran bir “kuğu şarkısı” armağan ettiğini söyleyebiliriz.
Cumhuriyet gazetesinin, Charlie Hebdo baskısından sonra en büyük ve cesur çıkışı, dünkü manşeti oldu. AKP/MİT silahları haberine, Hürriyet gazetesine benzer biçimde, iktidara meydan okuyan bir başyazı eşlik etti.
Cesaretin ve haberin kaynağı
Cumhuriyet’in cesaretinin kaynağını Obama’da ve haberinin kaynağını orduda aramanın pek de ileri gitmek olmayacağı kanısındayım. Tüm gelişmeler, başarılı olup olamayacağı bir yana, yeni bir “paradigmanın” kabulüne işaret etmektedir.
Radikal zamanla doğal gelişmesi içinde, Taraf ise doğumu itibariyle Erdoğan’a fazla kefil olduğundan ve bir de-islamizasyon rüzgarı estirilecekse, bir zamanların “laikçisi” Cumhuriyet “marka değeriyle” bunu daha iyi taşıyacağından, bu yeni paradigmanın sözcülüğünün yeni Cumhuriyet’e verilmesi uygun görünmektedir.
Hükümet istifa! Suçlular yargılanacak!
Peki yeni Cumhuriyet, gerçekten Obama Doktrini’nin gazetesi ise ne olacak, AKP-MİT silahlarını manşetine taşıyan Cumhuriyet’e Amerikan oyunu deyip geçecek miyiz? Elbette hayır, Cumhuriyet’in Charlie Hebdo baskısını nasıl Cumhuriyet’ten daha fazla destekleyip koruduysak, Cumhuriyetin dünkü manşeti de Cumhuriyet’ten çok bizim manşetimizdir. Hem Cumhuriyet’i bu manşetiyle sonuna kadar savunacağız hem de bu suçu işleyen hükümetten hesap soracağız. Haziran Direnişi’nin sloganını yerde bırakanlar ve bıraktıranlar bu yeni dönemde sol için birer yük olacaktır. CHP ve HDP’yi şimdi göreceğiz, Haziran sokaklarına, göstermeliğin ötesinde çıkacaklar mı: “Hükümet istifa!” “Suçlular yargılanacak!”
Obama Doktrini’nin sınırları ve sermayenin hesapları yeni Cumhuriyet gazetesini bağlar; bizim ufkumuz da, yolumuz da kuşkusuz yeni Cumhuriyet’inkinden fersah fersah öteye geçebilir. Elbette sol 1996’daki ve 2006’daki hatasını yinelemediği sürece; sermaye, solu bir yandan kırk tane Komünist Manifesto veren, diğer yandan altı ok’a dahi düşmanlıkla yaklaşan cumhuriyet düşmanlığına ikna edemediği sürece; AKP’ye, bölgede emperyalist planlara ve Amerika’nın gönlüne göre bir anayasaya “dışarıdan destek” verip vermeyeceğini bir türlü netleştiremeyen, kemalist tabana ve sosyalistlere “din afyonu” pazarlamaya başlayan bir HDP’ye solu angaje edemediği sürece. Fırsatlar, sermayenin medyadan taşan programına kapılarak değil, o programı kırdığı sürece solun yüzüne gülmektedir.