Karantina günlerinin başında başladım keşfettiğim her şeyi kaydetmeye. Okumaya, izlemeye dair ne varsa yazdım hemen keşfettikten sonra. Evde volta atarken o not defteri hep elimdeydi. Lirizm yaratmak için söylemiyorum, not defteri elimdeyken kahve pisirmişliğim var. Her an yeni bir şey keşfederim ve bunu kaydetmeyi unuturum diye korkuyordum. Yani o zaman öyle hissettiğimi anımsıyorum bugünlerde. Özellikle olağanüstü koşullarda keşfetmeye ve keşfettiklerimi delicesine kaydetmeye sarılmış olmam tesadüf değildi elbette. Yalnız hissettiğimde, işin içinden çıkamadığımda, nutkum tutulduğunda, öfkem tavanı delecek gibi büyüdüğünde, bulunduğum mekanın içine sığamadığımda, kalabalık tanıdık olsa da sessiz kalmayı tercih ettiğimde elim küçük kurtarıcılara gitti hep. Hepsi kağıttandı ve sonluydu. Benim o anlarda hissettiklerimi sonunu görebildiğim bir şeye kaydediyor olmam hep ironik geldi bana çünkü hislerimi tarif etmek o kadar güçtü ki her zaman, nasıl biter diye sorup durdum kendime. Yazsam da kalıyor, yazsam da acıtmaya devam ediyor, yazsam da içimdeki coşku bir nebze olsun azalmıyordu. Bir edebiyat öğretmeni olarak çocuklara “Yazın arkadaşlar, yazın ki rahatlayasınız.” demiyorum bu yüzden hiçbir zaman.
“Yazmak”la aramda kurduğum ilişkiyi sorguluyorum epeydir. Neden yazıyorum; yazı neden var; konuşmak yetmiyor mu, neden?; konuşurken mi yazarken mi daha rahatım; yazdıklarımdan nasıl biri olduğumu pekala açık ediyorumdur, peki ya konuşurken; hangisinde daha samimiyim; olduğum gibi görüneceksem edebiyat neden var… Pandemi günlerinin tam ortasında kendi oluşturduğum sorularıma yine kendi yanıtlarımı ararken benim gibi iki kadın da sessiz sessiz konuşuyormuş meğer kendileriyle. Bu hafta bahsim yazmaksa onları anmadan eksik kalırdı yazım.: Özgün ve Merve. Yaşamlarının bir kıyısını yazmaya ayıran ve kimse bilmese de o kıyıdan, hayatı var eden her şeyi dikkatle izleyecek olan iki kadın. Yazarak konuşan ama sesinin şimdiye dek pek duyulmadığını düşünen herkes için bir şeyler yapmak istedik üçümüz. Yazmayı sürdürmek için hem kendimizi hem henüz tanışmadığımız herkesi yüreklendirmekti dileğimiz. Sait Faik Abasıyanık’ın “Benden hikayesi…” diyerek bitirdiği “Son Kuşlar” adlı öyküsünden ilhamla “Bizden Hikayesi”ne can verdik. Bu yüreklendirmeye karşılık veren onlarca mail aldık, onlarca öykü okuduk, birçok yolculuğa şahit olduk. Birileri bir yerlerde sessiz sessiz yazıyordu; bu eylemi neden yaptığını bilmeden belki, sonunda kimsenin okumayacağını bilse de çoğu zaman. Gönderilen öyküler bir ara yazılmış ve öylece bekliyordu aslında okurunu. Neden her yolculuğun biricikliğine bir şans verilmesin ki?
“Yazmak”la kurduğum bağı bu denli tartarken zihnimde, kitaplığa yöneldim. Raftan yeniden indirdiğim kitap “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar”dı. Özellikle anlam ararken, kavramları yeniden tanımlarken, hele ki bugünlerde her şey kendini en baştan var ederken Ursula K. Le Guin’den cesaret alarak yoluma devam etmemem için önümde hiçbir engel yoktu. Sanki her şey sürecimin ve mırıldandıklarımın kontrolündeydi. Altını çizdiklerim arasında ilk karşılaştığım satırlar çok manidar:
“Okunmayan öykü öykü değildir, kağıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur, okuduğu zaman canlandırır onu: yaşayan bir şey, bir öykü kılar.”
Özellikle pandemi sürecinde ortaya çıkan okunma ihtiyacımızdan ötürü utanmamıza gerek yoktu. Rahatlamıştım. Ben mi okunmak istiyorum yoksa yazdıklarım mı, emin değilim bu arada çünkü Ursula K. Le Guin yine araya giriyor burada:
“Ayrıca yapıt kendi başına havalanıp yazarın tasarlayıp hayal ettiğinden çok ötelere, bildiğini bile bilmediği yerlere uçtuğunda, denetimi elden bırakmayı da öğrenmelidirler.”
“Ben hissediyorum, ben yaşıyorum, ben görüyorum, ben duyuyorum, ben dokunuyorum…”un ağırlığından kurtulmak için yazıyordum işte. Böylesinin bireyciliğin bilinmezliğine sürüklemesinden korkuyorum bir yandan. Bu yüzden yazıyorum ama “Yazarken yalnızsın, diğerkamlık bunun neresinde?” serzenişlerinize Le Guin de katılıyor:
“Yazarlar, yazar hayatının yalnızlığı üzerine sızım sızım sızlanıp kendilerini ses geçirmez odalara kapamaya ya da daha iyi sızlanmak için barlara takılmaya bayılırlar. Ancak yazmanın büyük bölümü yalnızken yapılsa da inanıyorum ki aslında tüm sanatlar gibi o da bir izler kitlesi için yapılır.”
“Üretmek! Yoktan var etmek…” dedim sonra kendime. Bunun hazzı kendini gerçekleştirmeye eş kesinlikle. Bundan önceki yazıda kendisinden söz ettiğim Nihan Kaya, yaratıcılık üzerine çalışırken önce yaratmak ihtiyacını sonra da çocuğu ve çocukluğu yan yana getirmenin elzem olduğunu anlatıyor neredeyse her konuşmasında. Çocuğun yoktan var ettiği herhangi bir şeyden sonra aldığı keyfi, başardığı anlardaki tarifsiz coşkusunu gözümüzün önüne getirmemizi istiyor hep. Yetişkinin içindeki çocuğun varlığını kabul ettiğimiz o an, yarattıktan sonra aldığımız hazzı söze dökebilmenin mümkün olmayacağını ifade ediyor.
Kendini gerçekleştirmenin günümüzde en çok kadın için önemli olduğunu düşünüyorum. Kendini ne sebeple, ne yolla olursa olsun bir şekilde gerçekleştirebilmiş bir kadının; yazarken, bir filmi yönetirken, resim yaparken, enstrüman çalarken, otobüs kullanırken, şehir hatlarında vapur kalkmadan önce halatları toplarken, futbol oynarken, aya giderken, evde kavanoz kapağı açarken ona “Dur, sen yapamazsın! Ben yaparım.” diyen erkeğe hayal gücünün oklarını fırlatacağına inancım sonsuz. Ursula K. Le Guin, kitabının ”Çocuk ve Gölge” adlı bölümünde hayal eden bireye toplum tarafından nasıl cinsiyet tayin edildiğini ve hatta buna çocuğun da dahil edildiğini, “çocukça” ve “kadınca” sözcüklerindeki sinsi aşağılayıcılıkla açıklıyor:
“Amerika’da yaygın olarak erkek çocuk ve erkek, kendi erkekliğini tanımlarken bazı eğilimleri, toplumumuzda ‘kadınca’ veya ‘çocukça’ olarak görülen bazı insani yetileri ve potansiyelleri reddetmeye zorlanır. Bu eğilimlerden veya potansiyellerden biri de, en gerçek ifadesiyle, insanın tamamiyle temel melekelerinden biri olan hayal gücüdür.”
Verili olanın kavram alanını, değişkenlerini tekrar tekrar düşünmenin anlamlandırmaya giden yol olduğunun farkındayım ve bunu bazen istemesem de yapıyorum. Zihnen arınmak mümkün mü, bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki içten içe bundan memnun oluyorum. Le Guin’in bahsettiği gölgeyi kabul ederek ve o gölgenin içimizdeki varlığının kabulüyle yazmak; kötü olanı, kötücüllüğü işlevsiz kılıyor kendi yaşamımda. Masalları, rüyaları, kurmacayı “Ne gerek var?” diyerek karşılayan yetişkinin dramının içine hapsolmak da bir tercih fakat gerçekliğin halihazırdaki can sıkıcılığına, belirsizliğine ve çözümsüzlüğüne inat:
“Kimsenin duygularını incitmeden alt üst etmek için” yazalım,
Katlanmak için değil, davranmak için,
Fark etmek için,
Anlamlı kılmak için,
Sınırlarımızı ve sınırsızlığımızı görmek için,
Başkasının sessizliğinin içinden geçip ona ses olmak için,
Değişmeye gönüllü olmak için,
İyiden yana olmak için yazalım…