Beton yığınları altında kalan her hikayenin, gölgesinde yeniden soluklanacağı bir ağaca ihtiyacı var…

İzmir’de doğmuş olmama rağmen geçtiğimiz sene yeni yeni keşfetmeye başlamıştım İzmir’i. Lise yıllarında başlayan yatılılık serüvenim mani oldu İzmirli olmama. Hem isteyerek hem de büyük ön yargılarım eşliğinde iki eğitim dönemi geçirdim İzmir’de geçen yıl. Tabi ki ikinci dönemime pandemi el atmıştı var olan ön yargılarım yetmezmiş gibi. Ne tam olarak anlayabilmiş ne de tam olarak tanıyabilmiştim İzmir’i. Dokuz senesini İstanbul’da geçiren biri olarak İstanbul’u tanıyabildiğimi ve anlayabildiğimi söyleyebiliyorum örneğin. Çok istedim İzmir için de başka başka hissetmeyi. Böyle şehre varınca içim kıpır kıpır olsun, heyecandan dilim tutulsun, bildiğim bilmediğim neresi varsa koştura koştura gezip durayım… İsteğimin gerçekleşmesine ramak kala bir virüs girmişti bu kez de aramıza. Her şey sakinleyince İstanbul’a döndüm öğretmenliğe İstanbul’da devam edebilmek için. Mekanlararasılıktan bihaberken ve biraz da yorgunken…

İstanbul’a tekrar taşınmak ve gündelik hayatta asla durmamaya gönüllü olmak bir şekilde rahatsız ediyor beni çoğu zaman. Yaz sonunda, İzmir’den ayrıldığım ilk hafta içimde bir yerlerde bir şeylerin değiştiğinden emindim. Hala tam olarak anlamlandıramıyorum ve anlamlandıramadıkça pişmanlığımın içinde debelenip duruyorum ama bir yandan bendeki öze kulak veren eylemliliğimi takdir ediyorum. Pişmanlığımdan sıyrılmak ve gerçekten biraz durup iyi hissetmek için; bulduğum her fırsatta, pandemiye rağmen, İzmir’e gittiğim klasik cumalardan biriydi benim için geçen hafta. Yanımda, İzmir’deki bir öğrencimle okumaya başladığımız “Ay Deniz’le Buluşunca” adlı kitap; hep online olarak sürdürdüğümüz derslerimizin dışında yüz yüze gelecek olmanın verdiği heyecan ve mutlulukla ders saatini bekliyordum. Haberleşmiştik Kaan’la. Bir saat ya var ya yoktu buluşmamıza. Ben çalışma ortamımı hazırlamış, odaklanmıştım kitaba. Yüksek sesli bir uğultuyla gelen sarsıntı, beni Bornova’da beş katlı bir binanın beşinci katında yakalamıştı. Evdeki kedilerimin bana yönelttikleri çaresiz bakışlarını ve benim onların yüzlerine pek bakamadığımı hatırlıyorum bir tek. Sarsıntının peşi sıra gelen ambulans sesleri bir de… Onlar iflah olmaz bir Türkiye gerçeğinin habercisiymiş meğer.

Kimseyi arayamadım, defalarca denedim ama bir türlü düşmüyordu aramalar. Sarsıntının tam bittiği an çaldı telefonum, arayan Kaan’dı. Telaşlı ve korkan bir ses tonuyla “Evrim… Senin için endişelendim, neredesin? İyi misin?” dedi. Ben tek başıma olduğum için çok korkmuştum, ağlıyordum. Ancak sakinleştikten sonra konuşabildim. Beni ilk sakinleştiren Kaan’dı. Kaan İzmir’de bir okulda yedinci sınıf öğrencisi.

Yazının buradan sonrası kocaman bir anlamsızlık labirentine dair. Öyle bir labirent ki yolun sonunu görmek en azından şu sıralar mümkün değil. İlk gün de sekizinci gün olan bugün de gidenleri, kalanları, yitmeyip kurtulanları, yitirdiklerimizi konuşanları, konuşulanları düşünüyorum durmadan. Afet kavramının ardından gelenlere daha çok şaşırır hale geldim. Kaygılı halim beni ve benim gibi daha birçok “kalan”ı yatak odasında değil; salonlarda yatırırken geceleri, kayıplar üzerine düşünecek çok vaktim oldu. Sonra Kaan’ı ve beni sakinleştirmesini hatırladım. En son da kitabımızı: “Ay Denizle Buluşunca”… Bir gençlik romanının arkasına gizlenerek Sevgili Karin Karakaşlı biraz olsun ferahlatmıştı bizi Kaan’la. Kitabı hatırlamadan önce benim için her şey anlamını yitirmeye yüz tutmuştu yoksa. Romandaki Deniz ve Aykızı karakterleri on dört yaşında. Deniz annesini, Aykızı da hiç görmediği teyzesini kaybetmiş. Deniz’in, annesiyle birlikte yaşadığı evde nefes alamaması ve anılarının Deniz’i bir “kalan” olarak zorlaması ne kadar gerçekse sekiz gündür İzmir’de yakınlarını kaybeden “kalan”lara medya tarafından yapılan muameleler bir hayli korkutucu. Enkazın altında ne halde olduğunu bilmediği yakınlarını bekleyen insanlar, devam eden hayatta bir de spikerin garip sorularıyla sınandılar. Saydım, aynı soruyu bir spiker evirip çevirip üç kez sordu bir depremzedeye. Belki yaşananların şokuyla, belki çaresizlikle, belki asla yitirmediği umuduyla sorulara canhıraş yanıt veren de vardı, bu kabusun bitmesini istediğini bakışlarıyla anlatan da. Depremden sonra çoluk çocuk bu “planlı” gösterileri izlerken biz, Kaan’la ertelemek zorunda kaldığımız buluşmamızı gerçekleştirdik. Kaan’a kitaptaki bir karakterin kurduğu cümleyi sordum:

“Anneni acı duymadan hatırlamayı öğreneceksin. Yüreğini açacaksın bize.”

Mümkün müydü kaybettiklerimizi acı duymadan hatırlamak? Bazen onların yerine gelenlere yüreklerimizi öylece açmak… Kaan, acının daima hissedileceğini ama ilk başlardaki kadar çok acıtmayacağını söyledi. “Acı hep orada olacak.” diye ekledi bir de. Ailesindeki bir yakınının kaybını örnekledi ve devam etti: “Mesela biliyorum, öyle biri vardı ama şimdi çoğu zaman unutuyorum. Ben hayatıma devam ederken şimdi, bazen hiç öyle biri olmamış gibi geliyor.” Depremde hiçbir yakınımı kaybetmedim, Kaan da öyle ama acı hep orada ve orada değilmiş gibi yapamazsınız; bu acıyı alıp süslü cümlelere ve şovlara yerleştirip başkalarının hissettikleri üzerinden prim, reyting elde edemezsiniz. Böyle bir hakkı hiçbir düzen, hiçbir değer, hiçbir kişi, kurum veremez kimseye! “Gösteri toplumu” inşaasının ne denli yıkıcı ve duygusal zekadan yoksun olduğunu izliyoruz sekiz gündür. Sekiz gündür tüm medya etiği bir kenara bırakıldı, ki bu etik hiçbir zaman Türkiye’ye uğramadı, hayatını kaybedenlerin ailelerinin magazinel sorularla sözleri kesiliyor. Konu “Deprem vergileri nerede?”ye gelmesin diye arkaya bir de hüzünlü fon müziği koyuluyor.

Sık sık “Ay Denizle Buluşunca”dan destek almak istedim yazı devam ederken. Aslında bu kitaptan daha çok söz edebilir, detaylı tahliller yapabilirdim okurun da şaşırmaması için ama ben ve hiç kimse olan bitenden azade değil bu ülkede. Bir kitapla anlatabiliyorsam derdimi şanslıyım yine de diye düşündüm çünkü bana da Kaan’a da yoldaş oldu duygularımızı düzenlerken tek bir kitap. “Bizi üzecek sorular” sormadı örneğin. Kendimizi dinlememiz için bize sadece sarıldı; “Ağlama.” demedi, sessizliğimizi paylaştı bizimle; “Ağla.” da demedi, sadece koşulsuz bir şekilde yanımızda oldu bu kitap. Kitaptaki Deniz karakteri annesini yitirmiş olmasına rağmen ona mektuplar yazıyor ve sırf ona iyi geldiği için yazıyor bu postalayamadığı mektupları. O mektuplarda on dört yıllık hayatının muhasebesini tutuyor adeta. Bu sorgulamalardan birinde ilk kez görüp çabucak ısındığı komşusu Aykızı için şunu söylüyor:

“Aykızı, dediklerimi dinledi ve anladı. Beni üzecek hiçbir soru sormadı.”

Oysa ki biz sekiz gündür, hayattaki en büyük travmamızın içindeyken belki de, birbirimizi üzecek sorular soruyoruz fütursuzca. Çoğu zaman hızlıca ve sık sık söz keserek… Gerçekten dinlemek olsaydı gayemiz, bunu kameralar önünde yapmazdık çünkü. Sadece dinler, susar ve anlatan izin verirse sarılır; bir olurduk.

Gösteri devam ederken enkaz altından çıkarılan iki çocuğun çarşaf çarşaf fotoğrafları sunuldu evlerimize, iş yerlerimize, sokaklarımıza sonra. Bir anda hepimiz çok mutlu olduk ve dayanamayıp bastık “paylaş” butonlarına. Yetmedi, bir çocuğun ağzından açıklama yapanlar oldu “Acıyan bir yeri yok ki…” diye. Halbuki annesini yitirmişti o çocuk ve üç yaşındaki bir çocuğa ölümü anlatmak öyle kolay değildi. Tam da bu noktada Krzysztof Kieslowski’nin “Decalog” adlı serisindeki ilk bölümden bir sahne geldi gözümün önüne. Çocuk, babasına sorar:

-İnsanlar neden ölür? Yani ölüm ne demek?

Babası önce biyolojik olarak yaşamın sonlanması şeklinde açıklamaya çalışır. Çocuk durmaz, soru sormaya devam eder:

-Geriye ne kalır?

Baba şöyle der:

-Bir insan ne yaşamışsa bu onun anıları ve bıraktıklarıdır. Anılar önemlidir. Birisini, belli özelliklerini, belli yanlarını hatırlarsın.

Kaan’ın söylediğine göre de hep hatırlanıyor ama zaman geçtikçe daha az acıtıyor sadece. Ancak bu acıtmadığı, acımadığı anlamına gelmiyor. Kimse kimsenin iyi olma hali üzerine ahkam kesemez, bir yetişkin bir çocuğun iyi olma halini parselleyemez.

Kitaba dönüp hemen Deniz ve Aykızı’ndan bahsetmek istiyorum yine. Onlar nereye giderse gitsin evlerinin önündeki ağacın hayalini kurup ferahlıyorlar, mutlu ediyor onları bir ağacın altı ve o ağacın altına oturmanın mümkün olduğu bir hayat. Bir yaz günü o ağacın altına uzanıp aynı tablo içinde resmedilseler de:

“En güzel anların fotoğrafı yok. Onları insan ancak yaşadığı anda yüreğine sokuyor, orada saklıyor.”

Deniz ve Aykızı gibi gölgesinde yeniden nefes aldığını hissettiği bir ağacı var elbette herkesin. Ama sormayın artık, göstermeyin de… Yeter! Zaten nafile bir çaba bu çünkü medyanın reytinglerinin o kadar ötesinde ki her bir insanın öyküsü; ne sorsanız, hangi fotoğrafı servis etseniz tüm insanlığa, bir ağacın altında soluklanan o insanların hissettiklerini anlayamayacaksınız. Asla.

 

*Kaan’la ilgili sohbetlerimizin içeriğini paylaşmadan önce kendisinden izin aldım. Ona hayatımda olduğu için çok teşekkür ediyorum.

 

Künye: Ay Denizle Buluşunca, Karin Karakaşlı, Günışığı Kitaplığı, 2020, 119 sayfa.