2019 sonbaharıydı. Güz, renklerine döne dolaşa bulaşabileceğim kadar yakınımdaydı. Evimin mutfağı, bir erik ağacının dört mevsim değişimine şahitlik ediyor; çiçeklendiği zamanlarda beni de coşturuyordu. Kendime her sabah kahve yapmayı, kendimle her sabah yeniden buluşabilmeyi, erik ağacına doğru dalıp giderken aslında sadece kendimle kalabilmeyi o ağacın köklerinin olduğu yerde, bir köyde, öğrendim. İzmir’in Yakaköyü’ndeki o mutfak ve o erik ağacı, pandemiden hemen önce dünyadaki herhangi bir öğretmenin iyileşmesine tanıklık etti. Beni önceleri mutsuz gördü, daha yirmi altısında elini eteğini her şeyden çekmeye hazır buldu. Fazlaca kırgın, yorgun ve üzgün gelmiştim köye. Kendi sesimi asla duyamayan ama duyabilmek için çaba sarf edip etmemem gerektiğini de sorgulamayan bir haldeydim. Kırgınlığım, kocaman bir hayal kırıklığının sonucuydu. Bu kadar yenik hissederken yürümeyi keşfettim. Uzun yürüyüşlerin tercih edilebileceğini öğrendim. Benim tercihim iyileşmeye dönüktü, yürürsem unuturum ve ferahlarım diye düşündüm hep. Bazen bir orman yolu boyunca yürüdüm; bazen aralar verip, köy yolundaki bir gözlemeciye girip yanında yayık ayranlı gözlemeler yedim; ardından gelen çayı geri çevirmedim. “Hocam kahve…?” dediler çoğu zaman, bir dahaki yürüyüşüme vesile olması için başka bir güne bıraktım kahveyi de. Başka bir gün geldiğinde önceleri evden çıkmak çok zor oldu, kendimi evden dışarı atmak demeliyim aslında buna. Evde olmak, erik ağacıyla göz göze gelmek olduğunda benim için bir lütuftu ama bazen fark etmeden gözlerimi kaçırdığım oluyordu; şimdi durduğum yerden bunu görebiliyorum. İşte o göz kaçırmaları iç sıkıntısına, düşünüp durmalara ama içinden asla çıkamadığım tekrarlara ve kederlerin kucağına düşmeme sebep oluyordu. Sıkışmış hissettiğim ve evin tüm odalarının her metrekaresine gömüldüğüm zamanları, “kendimi evden dışarı attığım zamanlar”a nasıl dönüştürdüm peki? Erik ağacı tek başına yeterli olmadı mı? Ya da yürüyüşler… Onlar da mı kar etmedi? “İstedim, oldu.” vasatlığına hiç girmeyeceğim elbette çünkü istemedim, kimse istemiyor böyle zamanlarda kendini iyileştirmek. Sebep ne olursa olsun, iyileşmek istemiyoruz ve tekrarların içinde savruluyoruz her gün yeni baştan. Savrulmalara rağmen fark etmek ve farkında olarak ilerlemek ama… Sanırım bana ne olduğunu, kendime neler yaptığımı, bana o ana dek nasıl yaklaşıldığını fark etmiş olmam, hikayemin kalanını değiştirdi. İyi ki…
Uzun orman yolu yürüyüşlerim, bir orman okuluna ve oradaki bir sürü çocuğun tam ortasına vardı. Çocukların; içinde bulundukları, temas ettikleri, parçası oldukları her şeye duyduğu merakla birlikte bir süre kendi büyümemi durdurduğumu anımsıyorum. Böyle anmayı seviyorum bu karşılaşmayı çünkü biz yetişkinler, yetişkinlik bir maharetmiş gibi söylenip duruyoruz hayatlarımızda. Hele ki bir beyaz yakalı yetişkinin yetişkinlik hezeyanlarına dair söylenmesi hiç çekilmiyor, kendimden biliyorum. Olgunlaşmaya, büyümeye çabalamayı değil; zamanı durdurmayı keşfettim onlarla birlikte. Zamanı durdurup herkesin birbirine “gerçekten” sorduğu şu soruyla kalakaldım sonra: “Bugün kendini nasıl hissediyorsun Evrim?” Sahi, ben her gün, yeniden, kendimi nasıl hissediyordum ki? Hep mi mutsuzdum o zaman? En başta hep “İyiyim.” diye yanıtladım ama bu bir duygu değildi, ayrıca iyi falan da değildim zaten. Sadece geçiştiriyordum. Çocuklarla vakit geçirmek beni kendi çocukluğuma götürmeye başlamıştı oysaki, kare kare hatırladığım bir sürü çocukluk anısı… Bir önceki gece ne kadar çaresiz hissedersem hissedeyim, ertesi sabah güne onlarla başladığımda şaşkınlıkla gelen bir cesaret hissi peydah oluyordu etrafımda. Kocaman bir belirsizliğin içindeyken ve endişe içinde kıvranırken yalnızlığa çare olan bir diğerkamlıkla sarmalanmıştım. Aslında artık her günüm mutsuz geçmiyordu ya da bir gün içinde tek bir hisle dolup taşmak yerine bir sürü duyguya kapılabilirdim. Artık heyecan da duyduğum günlerin birinde “gerçekten” sorulan “Bir şeye ihtiyacın var mı Evrim?” sorusuysa şefkat duygusuyla tanışmama vesile oldu. Anında verdiğim “Hayır.” yanıtından sonra gelen “Hiç düşünmedin ki…” dönütüyle birlikte o anlık aydınlanmanın, kişisel tarihimdeki karmaşalarımın çözümü olacağını bilemezdim.
“Gerçekten” ne hissettiğimizle ilgilenildiğinde yanıtlar sonsuzmuş. “Gerçekten” ne hissettiğimizle ilgilendiğimizde de öyle. Bir duygu tarihçisi olan Tiffany Watt Smith de “Duygular Sözlüğü” adlı kitabında bunu destekliyor:
“Duygularımızı anlatırken ihtiyacımız olan şey sözcükleri azaltmak değil. Daha fazlasına ihtiyacımız var.”
Kişisel bir yolculuktan hareketle bahsedeceğim bir kitap olacak “Duygular Sözlüğü” çünkü duyguları anlatırken nasıl genellemeler yapılır, bilmiyorum. Tiffany için de gündelik hayatlarımızdaki her sıradan ana dair onlarca duygudan bahsetmek mümkünken bu denli kişisel bir yazı yazmak beni heyecanlandırıyor hatta.
Yazarın önce TEDX konuşmasına rastladım, TEDX konuşmasındaki akıcılığı beni kitabına yönlendirdi.* Konuşması, kitabın kısa bir özeti zaten. Kendinden yola çıkarak çok önemli sorular soruyor Tiffany: Duyguları herkes, her yerde aynı şekilde mi yaşar? Duygularımız hakkındaki varsayımlarımız nereden geliyor? Batı Avustralya’daki Pintupi halkının “korku”nun on beş farklı çeşidini hissedebilmesi mümkünken beş ya da altı temel duygudan bahsetmek ne kadar geçerli bu yüzyılda? Ayrıca duyguların dilsel düzlemdeki karşılığı bize o duygunun kültürle bağlantısına dair çok şey söylüyor yazara göre. Bazı duyguların bazı toplumlarda karşılığı dahi olmadığını ya da farklı toplumlarda farklı şekillerde hissedilerek bambaşka bir düzlemde ifade edilebildiğini örnekliyor:
“Perulu Machiguenga dilinde ‘endise’ sözcüğüne tam olarak karşılık gelen hiçbir ifade yok.”
“Dillerin duyguyla ilişkisine duyulan bu ilgi merak uyandırıcıydı: Eğer farklı insanlar duyguları farklı şekillerde kavramsallaştırıyorsa onları farklı şekilde de hissediyor olabilirler miydi?”
Duyguların dilsel düzlemde ifade edilmesi hep zorlayıcıydı benim için. Gerçi duygularını tanımamak, bilmemek ve hep aynı duygular etrafında dönüp durduğunu sanmaktan kaynaklanıyor olabilir bu ama bir öğrencim bu konuyla ilgili kendi deneyimini anlatırken bir kez daha emin oldum hissetmekle ifade etmek arasındaki derin uçurumdan. Öğrencim, bir erkeği sevmeye başladığını ve hep onunla vakit geçirmek istediğini anlatıyordu bana. Aynı sınıftaydılar onunla ve sevdiği erkeğe yakın davranan başka arkadaşları onu öfkelendiriyordu. Sonra durup şöyle dedi: “Hocam, ya aslında seviyorum diyemem biliyor musunuz? Çok zor değil mi hissettiklerimizi cümlelere dökmek?” Evet, tam da böyle belki duyguların kapsamı. Yani hissederken o kadar yoğun yaşıyoruz ki hepsini, hadi anlat bakalım neler hissettiğini demek bile yavan kalıyor çünkü çoğu zaman mümkün değil gibi. Özellikle çok sıkışmış hissettiğimiz zamanlarda… Öyle anlarda da sakin kalıp “gerçekten” “Şu an ne hissediyorum ve neden böyle hissediyorum?” sorusu üzerine düşünmenin öğretici olduğuna inanıyorum. Tiffany Watt Smith’in duygularımızı anlatırken “Daha fazlasına ihtiyacımız var.” demesi boşuna değil çünkü duygularımızı tanımak, anlamak ve anlatmak bir öğrenme süreci ve pekala kelimeleri artırdıkça anlam kazanıyor bu süreç. Sonunda ferahlamak ve “içimiz” dediğimiz yerde olan biten her şeyi anlamlandırmak da cabası…
Çevresiyle var olan bizler (Ne kadar reddetsek bile.) duygularımızı açık ederken o çevreden azade miyiz peki? Tiffany’e göre zihinle ve bedenle şekillenen duygularımızın mayasında kültür de çok etkili. Kültürle olan bağa sıklıkla vurgu yapan yazar, burada yine haklı bir soru soruyor: “Duygularımız gerçekten bize mi ait?” Ancak duygularımızla ilgili hangi soruyu sorarsak soralım eskiye dayanan bir inanış olan “doğuştan gelen yedi hissin varlığı” meselesi, bugün hissettiklerimizi açıklamaya yetmiyor. Sevinç, kızgınlık, üzüntü, korku, sevgi, hoşlanmama ve hoşlanma yedilisine meydan okuyan Tiffany Watt Smith; yüz elli tane duyguyla ve bu duyguların tarihsel geçmişleriyle kendi duygu dünyamızda “gerçekten” var olmamız için destek oluyor bize. Kitabın en başında sözünü ettiği Ressam John Constable, gökyüzünün duygularla dolu olduğunu söylermiş ve bu yüzden gökyüzünün diline hakim olmak istermiş. Bunu yaparken tasniften ve adlandırmadan kaçınırmış ama. Yazar, Ressam Constable’ı şöyle destekliyor:
“Bulutlara bakın, bir duygunun her şeyin rengini bir anlığına değiştirdiğini görebilirsiniz, birden gökyüzü kendini yeniliyor ve o renk kayboluyor.”
“Bazen duygular bize değil de biz duygulara aitmişiz gibi geliyor. Belki de ancak duygularımıza dikkat ederek, Constable’ın bulutlara yapmaya çalıştığı gibi, onları yakalamaya çalışarak kendimizi anlayabiliriz.”
Duygularımıza birer biyolojik gerçekmiş gibi yaklaşmadan, duygularımıza böyle yaklaşanlara açık seçik hiddetlenerek başlayabiliriz duygu kaşifliğine. Böyle düşünmek ve böyle düşünenlere izin vermek, kendi gökyüzümüzün dilini öğrenmeyi engelliyor çünkü. O gökyüzünden; önce sadece bir duyguyu tanımamı, sonra da diğerlerini seçe seçe yoluma devam edebilmemi sağlayan herkese şükran duyuyorum bugünlerde ama en önce beni “şefkat”le tanıştıran yol arkadaşıma…
“Daha fazlasına ihtiyacımız var.”
*https://www.youtube.com/watch?v=S-3qnZrVy9o&ab_channel=TED
Künye: Duygular Sözlüğü, Tiffany Watt Smith, Çev. Hale Şirin, Kolektif Kitap, 2019, 310 sayfa.