Son bir hafta boyunca gazetelerde, kitap derlemelerinde, web sitelerinde düşündürücü, öğretici metinlerle karşılaştım.
Özetlemem mümkün değil. Bu yazıda, bazıları arasında bir gezinti yapmayı yeğliyorum. İlgilenenler yazıların bütününe yönelebilirler.
Din ve vicdan özgürlüğü mü? Laiklik mi?
Oğuz Oyan, laiklik üzerindeki kavram karışıklığını tartışıyor (soL Haber Portal, 10 Mayıs). Geniş tanıma göre laiklik, “din ve vicdan özgürlüğü”dür.
“Vicdan” sözcüğü ile ne meram ediliyor? Ben kavrayamıyorum. Bu belirsizliği karşılamak için, laikliği “din ve inanç özgürlüğü” diye tanımlarsak ne olur? Bence, laikliği anayasal bir ilke olarak ortadan kaldırmanın ilk adımı atılmış olur. Zira, “din/inanç özgürlüğü” insan hakları alanı içinde yer alır; laiklik bu hakların ötesinde, devlet/din ilişkileriyle ilgilidir.
Bu sorun, “devletin inançlar karşısında ayrım yapmama ilkesi” ile aşılabilir mi? “İnançlar” neleri kapsar? Hangileri? Baba dostum Fransız Türkolog Louis Bazin, 1950 nüfus sayımı sırasında Ankara’da yaşamaktaydı. Sayım memuru Bazin’e “dininiz nedir?” diye sorar. “Agnostik” (yani Tanrı’nın varlığı sorununda “bilinemezci”) yanıtını alınca, “Musevi” diye kayda geçirir.
Altmış beş yıl önce Türkiye devleti laikti; bu yüzden, sayım memurunun cehaleti, bilginin istatistiklere yanlış taşınması dışında zarar vermemişti. 2016 Türkiyesi’nde ise, devleti yönetenlere göre “meşru, gözetilmesi, korunması gereken inançlar” üç semavî din ile sınırlıdır. AKP sözcüsü Ömer Çelik’in “din dışı anayasa olmaz” ifadesi, sadece dindarlara özgürlük getiren bir niyeti yansıtmaktadır. Agnostik, ateist, Budist, Hindu… kişiler, bu özgürlük alanının dışında kalacaklardır.
***
“Laiklikten kurtulma” hedefinin ikinci adımını liberallerimiz, “özgürlükçü laiklik” anlayışı ile atıyorlar. “Özgürlükçü olmayan, resmî, Kemalist” laiklik (bazılarına göre “laikçilik”) eleştirisinde İslamcılar ile liberaller aynı safta yer alıyorlar.
Cangül Örnek, bu liberal söylemin tutarsızlıklarını, sorunlarını eleştiri süzgecinden geçiriyor (BirGün 8 Mayıs, Pazar Eki). Ona göre bu eleştiriler, “eski rejimi yıkma” tutkusunun parçasıdır. (Yeni yeni algılanmaktadır ki yıkılanın yerine İslamcılık geçecektir.)
Liberaller, evrensel bir laiklik anlayışının var olduğunu ileri sürüyorlar ve “din ve devlet işlerinin ayrımı” diye özetlenen Türk-tipi laikliğin bu anlayışa uymadığından yakınıyorlar.
Kilise örgütlenmesinden yoksun olan İslam dünyasında laiklik, esasen yeknesak olmayan Batı normlarına ne kadar uyabilirdi? Diyanet İşleri Başkanlığı, laikleşen Batı’da kiliselerin işlevlerini kısmen üstlenmek üzere kurulmuştu; bu farklılığın bir yansımasıydı. Alternatifi “tekke ve zaviyelerin lâğvı”ndan vazgeçmek; dinî “hizmetleri” tarikat/cemaat yapılarına devretmekti. Cumhuriyet devrimcileri, ilk seçeneği yeğlediler.
Cangül Örnek, Türkiye’deki laiklik uygulamalarının da zaman içinde değiştiğini vurguluyor. Siyasi iktidar, laiklik düşmanlarının eline geçince, devlet aygıtı da İslamcılığı resmi ideolojiye dönüştürmeye başlıyor. Yani, 1924’teki gündem değişmiştir.
Cumhuriyetçilerin tepkisi ne olmalıdır? Bir yandan siyasi iktidar mücadelesi; bir yandan da laiklik karşıtı uygulamalarla kesintisiz, ödünsüz kavga… Unutmayalım ki, laiklik ilkesi hâlâ Anayasa’da yer almaktadır.
Ayrıca, siyasi İslamcılık iktidarda iken, klasik tanım (“din ve devlet işlerinin ayrımı”); mücadele gündemini sınırlamaktadır. Cangül Örnek bu zorunluluğu vurguluyor. İslamcı iktidar ve “dinsel normlar ve örgütlenmeler, gündelik ve toplumsal hayatın dinselleşmesini” hedeflemektedir. 2016 Türkiyesi’nde laiklik, bu nedenle de, “din kurallarının ve normlarının, devlet kurumlarını, hukuku, kamu yönetimini ve toplumu biçimlendirmesini engelleme” olarak anlaşılmalıdır.
İslamcılık devlet aygıtına nüfuz ettiği ölçüde, laiklik kavgası, devlete karşı mücadeleyi de içerecektir.
Bu konuda Murat Müfettişoğlu, laikliği, Türkiye toplumunun bünyesine geçmişte, tarihsel olarak yerleşmiş olan “mikroplara karşı yerleştirilmiş bir dezenfektan” olarak anlıyor. (BirGün 8 Mayıs, Pazar Eki) Ben ise, Türkiye Müslümanlığı’nın laiklikle uyum sağlayan kültürel bir öğe olduğunu düşünüyorum. Türkiye halkı 20'nci yüzyıl boyunca, Cumhuriyet ile, üstyapı devrimleri ile bu sayede barışık yaşayabildi. Bu bünyeye yabancı bir bakteri İslamcı iktidarlar tarafından yavaş yavaş zerk edilmektedir. Ölçü kaçırılınca sert tepkiler tetiklenmektedir; demek ki kavga henüz sonuçlanmamıştır.
Müfettişoğlu’na göre, “laiklik kamusal iradenin ve aklın yaşaması için gereklidir; inanan inanmayan herkesin güvenliği içindir.” Niçin “güvenlik”? Rakel Dink’in “bir bebekten bir katil nasıl yaratılır?” sorusu Murat Müfettişoğlu’nun da aklındadır. Yanıtı, anaokullarından itibaren eğitimin dinselleşmesinde, vahim örneklerde arıyor: “Filmimiz çocukluktan başlamaktadır. Laiklik suyu kurutulursa, din düşkünü, inanç adına kafa kesenler yaratırsınız.”
Laiklik mücadelesini öncelikle sahiplenmesi beklenen CHP yönetimi ise, hastalıklı iki önermeye tutsaktır “Dindar seçmenleri kazanmamız gerek. Türkiye’de laiklik tehlike altında değildir.”
CHP bu konuda açık ihanet içindedir. Bereket ki, liberal safradan arınan sosyalistler laikliği savunma, ilerletme mücadelesinin ön saflarına geçmişlerdir. Zira laikliğin emekçi sınıfların özgürleşmesinin bir ön-koşulu olduğunu; siyasi İslam’ın sermayenin tahakkümüne hizmet ettiğini anlamışlardır.
Faşizmin türleri: Avrupalı, Latin Amerikalı, İslamcı…
“Türkiye faşizme mi gidiyor?” Barış Yıldırım, bu güncel soruyu bir makale başlığında yanıtlıyor: (“Yok Başka Faşizm, Yaşıyorsunuz İşte!”) Yazı, Stratejik Barbarlık: Orta Doğu’da Türkiye, Türkiye’de Orta Doğu başlıklı derlemede yer alıyor. (Derleyen Özay Göztepe, Nota Bene, Ankara 2016).
Yirmi yazarın katkılarından oluşan bu derlemeyi herkese tavsiye ederim. Çalışmalar üç bölümde sunuluyor: Dünya ve Türkiye Ekonomisi; Ortadoğu ve Türkiye; Toplumsal Muhalefet, AKP ve Faşizm… Bu geniş gündem, zengin bilgi birikimi, yorumlardaki çeşitlilik, Türkiye’de sol düşüncenin olgunlaşmasını yansıtmaktadır.
Barış Yıldırım’ın faşizm üzerindeki yazısı ise, kapsamlı bir Marksist incelemedir. Liberal akımların, totaliter/otoriter rejimler yaklaşımına değiniyor ve onları bir kenara bırakıyor. Zira, burjuva demokrasisinin biçimsel sınırlarını aşan, zorlayan (devrimci, darbeci, komünist, sosyalist, faşist) tarihsel örnekleri birleştiren toptancı bakış açısını anlamlı görmemektedir.
Yıldırım, faşizm tartışmalarının kökenini (Marx’ın 18. Brumaire’inden hareket ederek) 19. yüzyılın Bonapartizmi ile başlatıyor. Kavram ise, doğrudan doğruya 20. yüzyıl Avrupası’nda karşımıza çıkacaktır. İtalya, Almanya ve Avusturya Marksistlerinin faşizm çözümlemeleri, III. Enternasyonal (Komintern) içindeki tartışmalar ile bütünleşecektir. Yirmi yıl süren bu tartışmalar, Bolşevik devriminin Marksizme getirdiği canlılığı yansıtmıştır.
Bu tartışmaların ulaştığı sentez, faşizmi, bir yandan “finans kapitalin en gerici, şoven, emperyalist unsurlarının diktatörlüğü” olarak betimlemekte; diğer yandan da küçük burjuvaziden işçi sınıfının çeperlerine kadar uzanan kitle tabanını vurgulamaktadır.
Tarihsel Avrupa faşizminden sonraki faşizmler? Bu soru, Barış Yıldırım’ı Latin Amerika, Üçüncü Dünya ve Türkiye tartışmalarına getiriyor. “Faşist rejimler” teşhisinin ortak bileşeni, sermayenin baskıcı tahakkümüne dayanmasıdır. Ülke özellikleri ek sorulara yol açacaktır: Kitle tabanı olmayan askerî darbeler faşizm midir? Temsilî demokrasiyi sürdüren; ancak düzen dışı seçenekleri baskı altında tutan rejimler? Bu sonuncular, iktidar kliğini (veya “lideri”) seçim yoluyla değiştirme seçeneği (“sivil milisler”in de katkısıyla) ortadan kalkınca mı “faşistleşmiş” olacaktır?
Yıldırım bu soruları gündeme getiriyor ve bağlıyor: “Faşizm tartışması meydanlarda, sokaklarda, dağlarda çözülecek; akademik kılı kırk yarmalar ise bu çözümde çok az rol oynayacaktır.” Bu, yazı başlığının tekrarı anlamındadır: “Yok başka faşizm, yaşıyorsunuz işte!”
***
Samir Amin’in Eylül 2014’te Monthly Review’da yayımlanan “Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü” başlıklı yazısının Türkçe çevirisi (biraz kısaltılarak) yayımlandı (BirGün, 9 Mayıs).
Amin, tüm faşist rejimleri birleştiren iki öğeyi vurguluyor: Devleti ve toplumu kapitalizmin temel ilkeleri doğrultusunda yönetmek ve temsilî demokrasinin kategorik olarak reddi…
Bu saptamayı, geleneksel Avrupa faşizmlerinden günümüzün İslamcı faşizmlerine kadar uzanan bir panorama izliyor.
Avrupa faşizmleri, İtalyan, Alman, İspanyol, Portekiz’deki rejimlerden ve iki savaş arasındaki Doğu Avrupa örneklerinden oluşur. Batı kapitalizminin geçmiş ve güncel faşizmler ile uzlaşma eğiliminin daima var olduğu, Amin tarafından ayrıntıyla ortaya konmaktadır.
Samir Amin, liberallerin “totaliter rejimler” genellemesine itibar etmiyor ve bu nedenle Üçüncü Dünya’da Bandung döneminde (1955-1980’de) yaygın olan milliyetçi, halkçı ve otoriter iktidarları “faşizm” kategorisi altında toplamıyor.
Kapitalist dünya sistemiyle bütünleşmenin yol açtığı çarpıklıklar ise iki doğrultuda faşist nitelikler kazanmıştır: Eskisi, Latin Amerika’da temsilî demokrasiyi, sendikaları yasaklayan; sermayenin, emperyalizmin tahakkümünü modern baskı teknikleriyle hayata geçiren (çoğunlukla askerî) 20. yüzyıl faşizmleridir.
İkincisi ise Amin’e göre, Arap dünyasındaki halkçı, milliyetçi Nasır-Baas dönemlerinin sonrasında yükselen İslamcı faşizmlerdir. Bunlar, faşizmin iki niteliğini tamamen paylaşmaktadır: (1) Neoliberal kapitalizmle uzlaşma; (2) anti-demokratik polis devleti. İslamcı faşizmin özgünlükleri arasında, “değerlerin zorla İslamlaştırılması, devlet dinine fanatikçe bağlılık, liderlere sorgusuz (ve öncü kuvvetler de kullanılarak) boyun eğmek” sayılmaktadır.
AKP Türkiyesi’nin ana yönelişi ile Samir Amin’in betimlediği İslamcı faşizm rejimi arasındaki paralellik dikkat çekicidir.
***
Laiklik ve faşizm üzerindeki yazı gezintisine, Stratejik Barbarlık derlemesinde yer alan Metin Özuğurlu’nun makalesinin son cümlesiyle son verelim: “Devrim, Türkiye’nin varlık sorunu haline gelmektedir. Memlekette [seçenekler ikilidir]: Ya şahsileşmiş güçle girdaba; ya da egemenlik ve iktidar halka!”
Özuğurlu bu yol ayrımına dolambaçlı bir güzergâh izleyerek ulaşıyor. Meraklananların okumasını salık veririm.