31 Mart 2015 tarihinde İstanbul Çağlayan Adliyesi'ne giden, binanın 6'ncı katında bulunan bir Cumhuriyet Savcısının odasına girenler bir karar vermişlerdi.
700 güne yakın bir zamandır 14 yaşında devletin kolluk güçleri tarafından vurulmuş bir çocuğun katillerinin "şüpheli" olarak dahi ifade edilemediği, devletin 700 güne yakın zamandır ısrarla bir çocuğun katillerini gizlediği ve utanmadan sıkılmadan "emri ben verdim" diyerek acısı ile kavrulan bir anneyi yuhalatacak kadar düşkünleşen bir adamın hüküm sürdüğü bir memlekette "politik zor" ile ilgili aynı fikirde olmadığımız açık olan iki genç silahı bir megafon olarak kullanmaya karar vermişlerdi.
31 Mart 2015'in üzerinden 6 gün geçtikten sonra içeri girdikleri anda Cumhuriyet Savcısını öldürebilme olasılığını gözettiklerini ancak kesin bir öldürme kararı ile hareket etmediklerini anlayabiliyoruz.
12:36'dan 20:27'ye kadar azami (Taksim Meydanı'nda kurulacak bir halk mahkemesi) taleplerden asgari taleplere doğru seyreden bir görüşme/müzakere serisinden söz ediyoruz.
Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz'ı rehin alanlar kapıyı zorlayanlara yönelik olarak uyarı ateşi dışında saat 20:27 itibari ile kendilerinin "son görüşme" olarak niteledikleri ve müzakerecilerin bulunduğu oda ile yaptıkları son görüşmeye kadar silah kullanmamışlardır.
Çeşitli biçimlerde yineledikleri ve ısrar ettikleri talep tektir ve nettir: "katiller açıklansın"
Av. Ebru Timtik'in tanımı ile kendilerine tanınan son derece sınırlı bir alanda hareket eden müzakereci polislerin ve onların amirlerinin tutumu da nettir: bu talep yerine getirilemez!
31 Mart 2015 tarihinde Çağlayan Adliyesi'nin 6'ncı katında bulunan sınırlı sayıda Cumhuriyet Savcısı çok çeşitli hukuki gerekçelerle kimsenin hakkındaki soruşturma tamamlanmadan kamuoyuna şüpheli olarak açıklanamayacağını ifade ediyorlar; polis amirleri Berkin'i vuran kişilerin isimlerini bilmediklerini çocuklarının üzerine yeminler ederek söylüyorlardı.
Masumiyet karinesinin ihlalinin herhangi bir biçimi sol açısından tarihsel olarak kabul edilemezdir, doğru...
Peki ya 700 güne yakındır bir çocuğu öldürenlerin isimlerinin kolluk güçleri tarafından soruşturmayı sürdüren Cumhuriyet Savcılığı'na dahi verilmemesi, gizlenmesi karşısında ne demeli?
Ötesi, Recep Tayyip Erdoğan'ın bir çocuğun öldürülmesine ilişkin bir dosyaya düzenli olarak kameralar karşısında müdahalesinin karşısında ve Cumhuriyet Savcısı rehinken sorumluluk almaktan kaçınmanın kamu görevlisi hukukçular açısından makul bir izahı olabilir mi?
Kendilerine tanınan son derece sınırlı bir alanda hareket eden polisler herhangi bir biçimde devlet adına söz konusu isimlerin açıklanamayacağı konusunda nettiler; tanım yerinde ise bu başlık "pazarlık dışı" idi...
Av. Şükriye Erden ve Av. Ebru Timtik uzunca süre içeriden bildirilen üç sicil numarasının iki tanık eşliğinde kendileri tarafından bir basın açıklaması ile duyurulabileceğini, bunun yeterli görülmesine ilişkin önerilerini telefonun diğer ucundakilere iletti.
Müzakereler tam da bu noktada koptu.
Müzakere odasında telefonun diğer ucundakilerle görüşen avukatlar bundan sonra kolluk güçlerinin yeniden çağrısı ile tekrar Çağlayan Adliyesi'nin 6'ncı katına çıktıklarını, içerisi ile kurulan temasta avukatların yapacağı söz konusu basın açıklamasına bir polis yetkilisinin de katılması talebinin kendilerine iletildiğini tüm kamuoyuna açıkladılar.
İşte "son görüşme" tam da bundan sonra gerçekleşiyor: müzakereci polisler ve amirler anılan nitelikteki basın açıklamasına bir emniyet yetkilisinin de katılmasının mümkün olmadığını söylüyorlar.
Avukatların yapacağı basın toplantısına bir emniyet yetkilisinin katılması talebinin dahi reddi ikinci karardır ve kararı devlet vermiştir.
Tekrar içeriye telefon ediliyor. Telefonu açanın ilk sözü "son görüşme" oluyor.
Ve önce üç el silah sesi, sonra patlayıcı sesi ve seri atış sesleri; daha büyük bir patlayıcı sesi ve yoğun seri atışlar .... Üçüncü karar da budur
Çok kıymetli fikirlerimiz üzerinden (!) 31 Mart 2015 tarihinde Çağlayan Adliyesi'nde olanları analiz etmek, sıfatlar yakıştırmak değildir vazife...
Dördüncü karar budur ve kararı biz vereceğiz...
Ya kendimize meftun olmayı sürdürecek ve "zoru" görünce bin dereden su getiren bir laf ebeliğine sığınacağız.
Ya da Berkin'in katillerinin hak ettikleri biçimde yargılanması talebini daha da yükselteceğiz.
Mesele yalındır.