Taşra sıkıntısına dair sıkıntılı bir yazı

Sinemaya gidiyoruz, taşra. Romana dalıyoruz, taşra. Hikâye zaten taşra...

Ufak tefek hesapların, irili ufaklı çıkar çatışmalarının, köylü kurnazlıklarının, son yılların getirdiği o baskın “sünni-ergeg*-milliyetçi” ideolojik salgıların daha da azdırdığı kirlenmenin, çürümenin, bağnazlığın ve benzerlerinin tam ortasında, bozulmamış doğası ve temiz havasıyla birlikte, taşranın saflığını, masumiyeti, insaniyeti arıyoruz nedense, gözümüze/aklımıza sevimli görünebilecek bir şeyleri…

Aradığımızı bulmak kolay olmasa da, edebiyat da bununla uğraşıyor, sinema da. Bugünün ve yakın geçmişin acı gerçekliğine rağmen, uzak geçmişe dönük iflah olmaz bir nostaljiyle... Anadolu’nun –namus, kan davası, ağa baskısı gibi nedenlerle arada hır ve arıza çıkarsa da– eninde sonunda içi iyilikle dolup taşan o naif insanı ve onların çevresinde dönen basit ama derin hikâyeler, ah bir yeniden ortaya çıkıverseler! Neeeeerde o günler…

Dün, bugün, yarın… gerçekliğin içine daldığımızda, kimisi çok değerli kimisi eğri büğrü insanlarımız var orada. Derleyiciler ve kurgucular tarafından çıkarılmayı bekleyen, köylerin/kasabaların kuyularına saklanmış acayip öykülerimiz var; yitip giden eski mesleklerimiz, solup ölmeye yüz tutan değerlerimiz; hiç beklemediğiniz bir yerde kadim masallardan/efsanelerden fırlayan, bir anda doğunun bilgeliğini önümüze fırlatan “büyülü gerçekliğimiz”; nehirlerden akan, dağlardan taşan, kurtlarla uluyan, börtü böcekle kıvranan otantik anlatılarımız var…

Dün Yaşar Kemal’de vardı. Bugün var mı sahi? Eh işte.

Bu noktada örneğin Kemal Varol var.

(Bu satırların yazarı sondan başa doğru okusa da) “Jar”la başlayan, “Haw”la devam eden, şimdilik “Ucunda Ölüm Var”da mola veren bir roman hattı var. Ağıtçı teyze anlatıyor bir yandan, kahveci/meyhaneci diğer yandan… Köpeği ayrı anlatıyor, jandarması ayrı, işkencelerden geçtikten sonra kahvehane köşelerine tıkılmış o eski devrimci abiler apayrı… Günde bir trenin uğradığı istasyonun görevlisi başka telden çalıyor, günde bir büyük boğma rakı deviren emeklisi başka… Katarlar dolusu sevda öyküsü geçiyor yoldan, ayağına Mekap ayakkabı geçirip dağa çıkanlar oluyor beri yandan… Öyküler birbirine birleştirilerek, tel tel örülerek, romana ulaşılıyor.

Son cümleden hareketle ve içeriğe geçmeden önce, biçime dair bir parantez öyleyse: Böyle bir “teknik” gelişti son dönemde. Bir dizi (az bağlantılı) hikâyeyi, (araya kaynaştırıcı birtakım pasajlar katarak) yan yana dizip, sonuçta ortaya çıkan şeye roman demek revaçta. Ve zamanımızın bir sorusu: Peki ne diyelim, Mahmut mu diyelim?

Yine roman diyebiliriz elbette, ama farklı hikâyelerin birbiriyle birleşmesinin/kaynaşmasının daha organik olmasını bekleyerek. Bir başka deyişle, Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e mapushaneden yazarken hatırlattığı üzere (mealen) “öyküde tek bir direk olur, romanda birçoğu…” amma velakin mesele o birçoğunu, bir yandan kahramanları/olayları inşa ederken, organik bir biçimde birleştirebilmekte, tek tek direklerin yan yana sırıtmamasını sağlayabilmekte…

Son zamanda, yine bir anlatım tekniği olarak, tasvirlerin/benzetmelerin araya virgül ata ata fazlasıyla uzamasına/uzatılmasına da sık rastlanmakta. Örneğin –hayali bir alıntıyla– “Öyle içli bir türkü söyledi ki yaşlı adam, o türkünün buram buram hasret kokan sözlerini tekmil meyhane dinledi, sigaraların dumanına, dinleyenlerin gözyaşlarına karışıp yola aktı sözler, mesai dönüşü sokağın başından ağır aksak geçen memurlar dinledi, memurların bitkin bakışlarından sekip meydandaki iğde ağacına kondu sözler, ikindiden beri süren terennümlerini keserek kuşlar dinledi, kuşların kanadına yerleşti, her akşamüstü o saatte kasabanın güneyinden geçen trene bindi sözler, günlerin yorgunluğuyla kompartımanların bir köşesine yığılmış dermansız yolcular dinledi, tren o sözleri taşıdıkça uzaklara, civar kasabalar dinledi, en uzakta Baldıran dağı, harmanları savuran rüzgârını susturdu dağ dinledi, eteğinde Fışkıran nehri, kıvır kıvır alabalıklar ıssızda durdu hep o sözleri dinledi vesaire vesaire...” genelde yarım sayfa gidiyor böyle.

Ekleyerek, ulayarak, tasvir ve benzetmeleri birbirine lehimleyip durarak, hadi bir oldu, iki oldu, tamam, ama sonrasında gerekli/gereksiz hep böyle uzatarak… geliştirilmiş bir yazma tekniği bu! Her defasında “kıvam”ı tutuyor mu, yoksa abartıya kaçınca, fazla tumturaklı olunca (ve bir anlamda “içini/iskeletini gösterince”) yapaylaşıyor mu, bu da bir soru.

Biçimi/tekniği bir kenara ayırıp, içeriğe bakalım şimdi.

Taşraya nereden bakıyoruz? a) içeriden, b) dışarıdan, c) hepsi d) hiçbiri

Farklı örneklere bakıp belli karşılaştırmalar yaparak daha iyi değerlendirebiliriz sanki.

Evet, çok farklı bakışlar mümkün taşraya ve haliyle “taşra sıkıntısı”na: Dışarıdan gelen memurun, öğretmen ya da yoksulun bakışı mesela. Bazen dışarlıklı haliyle sıkıntıdan patlayacak gibi, bazen öğrencilerine/hastalarına faydalı olma şevkiyle içeriden biri olup aralarına karışacak gibi… “Hâkkari’de Bir Mevsim”den “Anayurt Oteli”ne hissedilebilen gerilimler, Cemil Kavukçu öykülerinden taşan aykırı tipler, memurların gariban halktaki “dövlet korkusu”nu uyarmasından dem vuranlar vb. vb. dallı budaklı bir konu.

Dışarıdan gelen/bakan bir yana, “içeriden çıkan”, “sonrasında dışarı çıksa da bir yanıyla hep içeride kalan”, “içeriden dışarıyı hissedebilen ama bir yere gidemeyen”, “dışarıda bile içeriyi yaşayan” ve benzerleri başka bir yana...

Kemal Varol belli ki “içeriden gelenler”den, aynı zamanda sonradan öğretmen olarak “dışarıya çıkıp geri dönenler”den. Böylece iki bakışı iç içe geçiren, hem içeriden hem dışarlıklı bakabilen kahramanlar gelip gidiyor anlattığı bölgeye. Uç uca eklenen kendi hikâyeleriyle.

“Anlattığı bölge” demişken, kendi içinde hayali bir dünya da yaratıyor Varol, “Arkanya” diye. Birleşik Devletler’in güneyinde “Yoknapatawpha” yaratan William Faulkner’dan ne kadar esinlenmiştir/etkilenmiştir bilinmez ama Türkiye’nin güneydoğusunda yaratılan “Arkanya” da, taşra durgunluğunun ortasında kendince dinamizmi yaşayan bir bölge!

Zamanın yavaş akması ya da bir türlü akmaması, yaşamın askıya alınması, insan ruhunun havada asılı kalması vb. de taşra gerçekliğinin sık yüzümüze vurulan özellikleri arasında. Bu donup kalma halinin ortasındaki küçük devinimlerin büyük hikâyeler gibi yansıması bir yana, bu halin “büyük patlamalara” açık/gebe olmasının gerilimini verebilmek asıl önemlisi.

Faulkner’ın bu konudaki ustalığı tartışılmaz herhalde. Bir “taşra yazarı” olmamakla birlikte, son dönemde okuduğum Amerikalı kalemler arasında Truman Capote da “soğukkanlılıkla” eğiliyor meseleye ve “gerilimler”e.

“Soğukkanlılıkla” (“In Cold Blood”) adlı eserinde, kahramanları cinayete götüren sıkıntı çok tanıdık yine. Taşra sıkıntısı, aile ve din baskısıyla, cehalet/eğitimsizlik ve geçim çaresizliğiyle birleşince, 20 yaş kuşağında farklı dürtüleri uyandırıyor. Taşra katillerinin “bireysel sapmaları/psikopatlıkları” bir yana, asıl onların arkasındaki toplumsal dürtüleri, bireysel nefretin toplumsal kaynaklarını görebilmek önemli mesele.

Faulkner da, Capote da bireyselliği çok yoğun öyküler anlatsalar da, sıkıntının berisindeki toplumsallığı ustaca veren kalemler yine.

Dönelim memlekete ve “içerisi-dışarısı” meselesine yine. Zira bir de Köy Enstitülü’nün bakışı var taşraya ve sıkıntısına. İçeriden geliyor, yaşayarak/dokunarak/üreterek anlıyor, derinden hissediyor, cehaletini aşıp dışarıdan da bakmaya çalışıyor, sevdiği ve sevmediği yönlerini ayrıştırmaya gayret ediyor ve cesaretini yüklenip illa ki dönüştürmeye uğraşıyor. Sıkıntıyı, sıkıntıları topyekûn ortadan kaldırmaya. “Dönüştürmek” önemli bir fiil galiba.

Dönüşümde uzak “sıkıntı”da ise hep bir kabullenme hali var, eş dost hısım akraba ilişkilerine rağmen hep yalnızlık, iç dünyaya kaçış, kabullenme ve “buralar uğraşmaya değmez” havası, “bir türlü bırakıp gidemedik, kurtulamadık” çözümsüzlüğü, bir şekilde uzaklaşınca da başka türlü sıkıntılara yol açan özlem/gurbet/hasret üçlüsü… Dönüştürme iradesi yoksa, eninde sonunda (içeride ya da dışarıda) çaresizlik işte.

Kemal Varol’un yamacında Nuri Bilge Ceylan ve Hasan Ali Toptaş’ta da hissediliyor bunlar yoğunlukla. Ceylan’ınki zaten çok belli. “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı”ndan, “Bir Zamanlar Anadolu’da”ya ve “Ahlat Ağacı”na uzanan, arada küçük zikzaklar yapsa da neredeyse düz bir çizgi.

Dönüşüm ve dönüştürme iradesi olmayınca büyüyen bir sıkıntı. Mücadele olmayan yerden çıkıyor hep bu bela. “Sıkıntı yok” diye “üst”ünü sakinleştirmeye çalışan “ast”tan çıkıyor. Memurluktan. Dükkâna uğrayana küçük bir kazık çakıp gününü kurtarmaktan çıkıyor. Esnaflıktan. Küçük çıkar ve kazançlarının peşinde, derenin suyunu sadece kendi tarlasına yönlendiren kurnazlıktan çıkıyor. Köylülükten. Kasabanın huzurunu sağlamakla görevli jandarmanın ve kaymakamın aldığı tedbirlerden çıkıyor. (Ece Ayhan’ın ifadesiyle) Sarı devletten. Hepsinin ayrı ayrı hikâyesi var ama dönüşmüyor, dönüştürmüyor.

Peki, sıkıla sıkıla patlamıyor mu bu insanlar yahu?

T. Capote için durum şu; doğrudan, en baştan “patlama”yı anlatıyor ve onun geriliminin nasıl biriktiğine yoğunlaşıyor sonrasında. K. Varol, geçmişte birtakım şeyler yaşanmış olsa da bugün için patlamasız/çatlamasız, küçük devinimlerin hikâyelerini yazmayı tercih ediyor. Ona yoğunlaşıyor ya da aklı/gücü/ufku ona yetiyor. N. B. Ceylan, büyük patlamanın gerilimini verme uğraşında, patlamanın kendisine uzanmıyor ama.

“Soundtrack”lerle bitirelim. (Capote ve Faulkner country ile caz arası, geçelim).

Kemal Varol’unki belirttiğimiz gibi Güneydoğu tarafları, arka planda yanık türküler, yasaklı sözler. Hasan Ali Toptaş’ınki İç Anadolu. Türkü yine arkada ve yanık yine. Birininki bozlak, öbürününki sanat musikisine de kaçıyor arada. Kaçak. Çayı da öyle, rakısı da. Boğma. Boğucu bir taşra dünyasında. Gün gelecek kurtulacak mıyız buradan acaba?

Arkada arada klasik müzik duyarsanız Nuri Bilge Ceylan’a uzandınız sanki. Daha modernist. Daha “dışarıdan” olmasına rağmen içeriyi de çok iyi biliyor, her şeye rağmen yarına dair umut da var bir yerlerde. Gün gelecek kurtaracak mıyız burayı acaba?

*Erkek