“Beni kışkırtan tek şey öfke ve çaresizliktir ve Avusturya’da bunun ideal mekânını bulmuş olma talihini yaşıyorum. Bir bakanın, binlerce insanın ölümünden sorumlu bir SS subayının ‘vatana dönüşünü’ karşılamak için fazladan zahmete katlandığı kaç ülke biliyorsunuz? O bakanın Salzburglu olduğunu ve çok da iyi tanıdığım bütün ailesinin nesillerdir müzisyenlerden oluştuğunu bilince her şey açıklığa kavuşuyor. Birinci katta keman çalınıyor. Bodrumda gaz vanalarını açıyorlar. Tipik bir Avusturya usulü, müzik ve Nazizm karışımı. Evet, gerçekten, bu ülke değişecekse, buradan göç etmekten başka çarem kalmıyor. (…) Avusturya’da uyanmak demek, entelektüel düşmanlığının ve duygu kabalığının boğucu atmosferine, eblehlik ve alçaklığa uyanmak demektir.”
*
Dehşet verici tarihsel olaylar yaşandı/yaşanıyor ve daha da yaşanacak gibi. Orada, burada ve sömürü düzeninin hüküm sürdüğü her yerde…
Hal böyleyken dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan bu tarih yokmuş gibi davranmak, izlerin/belirtilerin üzerinden atlamak, gerçekleri/hakikati yok saymak, baktığınız hemen yerde olguları/işaretleri görmemek mümkün değildir herhalde… Gelgelelim hemen herkes öyle davranıyor, izler, belirtiler, olgular, işaretler yokmuş gibi hareket ediyor. Gerçekler yokmuş, hiç yaşanmamış gibi konuşuyor. Tarihin koru için için yanmaya ve yakmaya devam etmiyormuş gibi, sormadan/sorgulamadan günlük hayatın akıntısına kapılarak, öylesine yaşayıp gidiyor.
Yazar hariç.
İnsanların bu davranışlarından irkiliyor. İnsanların kendisinden. İnsandan.
Restorana gidiyor. Usul usul çorbasını içen bir aile görüyor. Bunun bir Nazi ailesi olduğunu biliyor. Hiçbir şey yokmuş, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yapmamışlar gibi öylesine çorba içmelerine bakıyor. İrkiliyor.
İrkinti, tiksinti, kusma hissi… hep iç içe. Sürekli ve her yerde. O yüzden de ülkenin o Nazi geçmişiyle, onun bugündeki yansımalarıyla, geleceğe olası etkileriyle gerçek bir hesaplaşma bu yazarın yaptığı/yazdığı. Sahici bir karşı duruş bu. Uygarlık görünümlü ikiyüzlülük, demokrasi görünümlü gaddarlık, unutkanlık görünümlü vurdumduymazlık, saflık görünümlü ahmaklık ve benzerleri karşısında hiç dinmeyen bir bulantı hali...
Sert, keskin, acımasız… İnsanları karşısına aldığı için, “itici ve kışkırtıcı” olduğu için, önüne çıkan herkese “lanet” okuduğu, yüzlerine tükürdüğü için vb. vb. “duyarsızlık”la suçlanıyor genelde, ama alabildiğine duyarlı gerçekte. Gösterişçi değil, sahici bir duyarlılık bu. Zira hakikatin peşinde. Sahtekârlıkları, sahte ağlayış ve gülüşleri açığa çıkarmanın. Yapmacıksız, ikirciksiz, açık, sarih ve sahici olanın izinde. Toplumda da, bireyde de.
Faşizmden sonra, faşizmin aktif kitle tabanından topluma nüfuz etmiş o geniiiiiiş unsurlar en başta, onların yamacına yerleşip çıkarlarının peşinde faşizme pasif/örtük destek verenler dahil, onlardan her türlü nemalananlar ve mamalananlar ile onlara karşı sessiz kalanlar hariç değil, sanki hiiiiiiiç faşizm olmamış, yaşanmamış gibi davranmak da mühim bir mesele.
Sıradan faşizm bu, hep içimizde!
Sadece faşizm mi peki? Hayır. Birer birey olarak potansiyellerimizin gelişmesinin ve gerçekleşmesinin önündeki en büyük engelle, (özgürlükleri ve eşitlik imkânlarını düzleyen) düzenin kendisiyle de büyük bir sorunu var yazarımızın. Demokrasi ya da diktatörlük, farklı biçimleri olsa da, düzen aynı düzen işte. Sadece diktatörlükteki şiddeti değil, demokrasideki ikiyüzlülüğü ve şiddet tekelini görmek/hissetmek de önemli bir mesele. Politikaya girmeden, hatta ona da lanetler yağdırarak, alabildiğine politik bir biçimde.
Halk arasında küçük burjuva olana, entelektüeller arasında vasat olana karşı, çok büyük, onulmaz bir nefreti var. Boyun eğmeyen, uzlaşmayan. Sağlıklı.
Kaypaklığa karşı, riyakârlığa karşı, uygarlık görünümlü barbarlığa karşı, “sosyal demokrat/sosyalist parti görünümlü” düzenciliğe karşı, ortaya koyduğu eseriyle böbürlenip duran kulisçi-sanatçıya karşı, tumturaklı/süslü sözlerle boş işler çıkaranlara karşı, dayanışma görünümlü çıkar kollamalara ve lobilere karşı, işi Nobel ödülü almaya kadar vardıran işportacılara karşı, zevksizliğe ve bayağılığa karşı, ödlekliğe ve eblehliğe ama daha da çok eblehleştirenlere karşı, her türden ve her boydan –mış gibi yapanlara karşı, delifişek gençliğin erkenden bitmesiyle beliriveren orta yaş mıymıylığına ve ihtiyarların dırdırına karşı, potansiyellerimizin gelişimine ket vuran bireysel ve toplumsal bütün güçlere karşı, ayrımcılığın ve biat etmenin bin bir haline ve her tür hiyerarşi ile iktidara karşı… esaslı bir duruş var burada.
Ve bu duruşun çağırdığı bir tavır: Oyalanma, gerçeklerden kaçma, nefes alabileceğimiz bir rahatlama ve arınma ortamı, “hoşça vakit geçirme” imkânı, hatta eğlence falan da değil, sahici bir mücadele ortamı/olanağı verin bize! Oyuncaklara ve oyalayıcılara değil, bu düzene, bu düzenin bazına asılalım. Bireysel ve de toplumsal. Bütün gücüyle, içtenliğiyle, dürüstlüğü ve açıklığıyla, ikirciklenmeden, yüklenelim bu sistemin ta köküne!
İşte bu temelde, lanetler yağdırıyor, dolu dolu, herkese... Öfke ve nefret dolu. (Dikkat edin… “sinik” yine de! Eylemde değil çünkü, sadece gözlemde. Ölüm karşısında her şeyin gülünçleşmesini gözlemekte. En büyük eksiği belki de. Praksis okulu çooook uzaklarda, ironi, suskunluk ve bağımsızlık okuluna gidiyor sadece. “Can sıkıntısı ve bezginlikten ölmemek için, keyif aldığı için hep yazmak, yazmak ve yazmak” derdinde. “Eyleme geçirmek için yazma derdinde” olmasa da, eleştirel aklı ve hayal gücünü nasıl bu denli uyarabiliyor peki? Sahici ve uzlaşmaz olabilmenin, hakikatin izinde eğilip bükülmemenin o her şeyi aşan gücüyle herhalde…)
Ve sahiden, dolu dolu, sürekli yazmakta. En küçük detayından yakalayıp, alçaklığını sistemin yüzüne vura vura, ülkedeki ikiyüzlülüğü ortaya çıkara çıkara, -mış gibi yapanların suratlarına çarpa çarpa yazmakta. Aslında tam olarak “yazmak” da değil bu, ülkenin cerahatini sıkmakta!
İrin birikmiş her yerde. Köyde, kentte, tiyatroda, okulda, hastanede, sokakta, galeride, müzede…
Viyana’da ya da Berlin’de, sokakları, müzeleri bir gezseniz göreceksiniz siz de. “Büyülenme”nin dışına çıkabilirseniz, ister istemez aklınıza doluşuverecek birtakım düşünce ve duygular… Bakın, ne güzel bir köşesi bu şehrin, üniversite ve hayat iç içe… ama kitapları yakmadılar mı tam da bu köşede? Ah şu nehrin şehrin içinden böyle gürül gürül akışı ne kadar da harika… ama durun bir dakika, vurduktan sonra Rosa Luxemburg’u bu nehre atmışlardı sanki!.. Ne kadar da medeni insanlar, ulaşım ne kadar düzenli, her yere metroyla hızla erişiliyor… ama neden donuk donuk, küçümsercesine ve kibirle, Nazi Nazi bakıyorlar, şehrin birçok köşesinde, yüzünüze?
Bırakın sokakları, müzeye gidin en iyisi… yağma merkezine. Görüntüde uygarlık, sanat, doğa ve tarih… özünde yağma, yıkım, talan ve sömürü. Dünyayı sömürüp yağmalamışlar, biriktirdiklerini bir binaya tıkmışlar işte. Bakın, bizim topraklardan, Bergama’dan getirdikleri burada, Mısır’dan koparıp aldıkları şurada, Afrika’dan söküp çıkardıkları her yanda. Üzerlerinde güneşler batasıca o emperyalist güçlerin, dünyanın dört bir yanındaki eski sömürgelerinden kendi eşyalarıymış gibi koparıp (ç)aldıkları…
“Uygarlık” işte!
Özetle, bütün dünyayı soyup soğana çevirenler müzesi bu. Başkalarını aç ve açık bırakmanın refahını yaşayanlar ülkesinde. Bütün müze, galeri ve sanat evlerinin girişine kocaman birer soğan yerleştirmeli şimdi. Ve bütün o kokuşmuş sanatseviciler, donmuş zaman kutsallaştırıcıları, alık kültürbakıcıları, sömürüyü fark edemeyen müzeperverler… o soğanları koklayıp ağlaşmalı güzelce.
Ağlayanlar, gülenler, sövenler… ağlarmış gibi yapanlar, gülermiş gibi yapanlar, sövermiş gibi yapanlar… evde, işte, sokakta… hayatta, rüyada, kitapta… dün, bugün, yarın… kusma hissi hep baki.
*
Evet, hakikatin izinde esaslı öyküler anlatın bize, ne anlatmışasıl anlatmış sorularının bütünlüğünde sahici şeyler anlatın, iyi anlatın, gerçek çatışmalara girerek, hem bireysel hem toplumsal çatışmalara hem de ikisi arasındaki gelgitlere/gerilimlere dikkat çekecek tarzda anlatın. Çok şey mi istiyoruz? Çevresinden dolaşmayın, kaçak güreşmeyin, tumturaklı/süslü sözlerin, zorlama benzetmelerin, benzete benzete uzatmaların, edebi oyalama taktiklerinin arkasına sığınmayın. Sahici olun, dürüst olun, açık olun, suratımıza çarpın gerçekleri, aklımızı çelin, kalbimizi çizin, delin geçin… Aynı anda sert ve duyarlı olun, durup dinlemeye vaktimiz olmasa da, o incelikleri tükürün suratımızın ortasına! “İncelik” ve “tükürük”, yakıştı mı hiç böyle yan yana? Yakıştırın! Aman ha, kafamızı yumuşak yumuşak okşamayın öyle, tokuşturun, çarpın! Kırık bir kafatası yeğdir dünyasız bir kafadan, kafasız bir dünyadan… Sağlıcakla kalın.
* Metin içinde yazarın adı geçmedi ama kitabın yazarı Thomas Bernhard ve bu yazıyı esinleyen kitabı da Hakikatin İzinde'dir.