Özgür Açılım Yayınevi, 1980 öncesinde sol toplumsal muhalefete, devrimci hareketlere katılmış kişileri kapsayan bir dizi “sözlü tarih” çalışması sürdürüyor; ürünlerini “Tarihle Söyleşiler” başlıklı bir kitap serisi olarak yayımlıyor.
Ben bu kitap serisinin üçüncüsünü tanıtmak ve değerlendirmek istiyorum: Tarihle Söyleşiler 3 (Ankara 2016).
Kitap, ikisi kadın, ikisi erkek dört insanın kendi ağızlarından hayat hikâyelerini içeriyor.
Söyleşilerin başında kısaca çocukluklarını öğreniyoruz. Emekçi ailelerin çocuklarıdır. Kitabın sonunda, onlarla altmışlı yaşlarında (günümüzde); yine kısaca karşılaşıyoruz.
Asıl anlattıkları gençlikleridir. Kahramanlarımız, devrimci hareketlerle çok erken tanışırlar; birine katılırlar. Gençlikleri, yirmili yaşlarını tamamlamadan, 12 Eylül 1980 darbesi ile son bulacaktır. Darbeyi, her biri için, gözaltı, işkence, uzun tutukluluk, yargı, hükümlülük yılları ve değişmiş bir Türkiye’ye, bambaşka hayatlara dönüş izleyecektir.
12 Eylül sonrası üzerinde çok az duruyorlar. Zira, bizlere anlatmak, hatırlatmak istedikleri, esas olarak, 12 Mart rejiminin son bulması ile 1980 arasındaki yedi-sekiz yıllık zaman dilimidir.
Bu yılların sonuna yaklaşıldığında Türkiye toplumu, bugüne kadar tekrar karşılaşmayacağı, “güzel günlerin gelmek üzere olduğunu vaat eden” bir dönemece ulaşmıştı. Bu kitapta bu zaman dilimine ait anılarını bizimle paylaşanlar da, farklı örgütlerde yer alan binlerce devrimciyle birlikte, ülkelerinin bu umutlu aşamaya ulaşmasına katkı yapmışlardı.
Bu yılların siyasal ve toplumsal özelliklerini kısaca hatırlatmak istiyorum.
***
Kanlı 12 Mart darbesi, 1973 ve sonrasına kalıcı izler bırakmadı. Ana nedenlerden biri, tüm dünyanın 1970’li yıllarda sola salınmasıydı. Hatırlayalım:
Avrupa’da “1968 ruhu” yükselmekte; kapitalizm temelden sorgulanmaktadır. Türkiye’nin yakın coğrafyasında Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da faşist rejimler, sosyalist, komünist partileri tekrar siyasete sokarak son bulmaktadır. ABD’de siyah nüfus ayaklanmakta; Amerikan halkının direnmesi, Vietnam’daki yenilgiye önemli katkı yapmaktadır. Bağlantısızlar Hareketi’nin ekonomik örgütleri Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen başlıklı bir dizi taleple emperyalist metropolleri müzakere masalarına getirmektedir.
O dönemdeki Türkiye, bu ortamdan soyutlanamazdı. Nitekim, parlamenter rejime dönüş, solu güçlendirerek gerçekleşti. 1972’de CHP lideri olan Ecevit, askeri darbeye karşı ilkeli bir muhalefet başlattı. Sonraki yılların CHP’si, bir boyutuyla geleneksel aydınlanmacı kimliğini (Cumhuriyet değerlerini) koruyacak; bu kimliğin ilerici bir yorumuyla demokrasi kültürünün ana öğelerini benimseyecek; öte yandan (ve yeni olarak) da halk sınıflarının ekonomik, sosyal taleplerine açılacak ve bu talepleri (“Toprak İşleyenin, Su Kullananın”; “Bu Düzen Değişecek”) siyasete taşıyacaktı. Bu dönüşümle Ecevit CHP’si, kırda, kentte emekçi insanlarla ciddi bir bağ oluşturmayı başaracaktı.
Bu gelişim, tutucu sağın (1950 sonrasında DP’nin, 1960 sonrasında AP’nin) kendi tapulu alanı olarak gördüğü halk sınıfları üzerindeki ideolojik, siyasi hegemonyasına son verdi. CHP’nin üst üste iki seçimde (1973 ve 1977’de) birinci parti olarak iktidara gelmesi bu sayede mümkün oldu.
Ancak, Türkiye’de solun yükselmesini, CHP dışındaki sosyalist solun emekçi katmanlara önemli derecelerde nüfuz etmesini dikkate almazsak açıklayamayız. Sosyalist solun çeşitli örgütleri, militanları 12 Mart rejiminin yıkımını hızla aşabildiler; yeni bir kuşağın katılımıyla fabrikalarda, madenlerde, üretici örgütlerinde işçilerin, köylülerin mücadelelerinin içinde, çoğu kere başında yer almaya başladılar. Kent varoşlarını, Anadolu kasabalarını, mahalleleri, köyleri sloganları ile “tapuladılar”.
1970’li yıllar son bulurken, Türkiye siyasetinin ideolojik yelpazesi geleneksel Batı Avrupa şablonuna yaklaşmaktaydı: Küçük mülk sahiplerinin gelecekten ürküntüleri üzerinde gelişen, geçmişe bakan, gerici (Türkiye koşullarında İslamcı-milliyetçi) sağ; sermayenin çeşitli katmanlarını ve belli orta sınıf çevrelerini temsil eden orta-sağ, kentli “diplomalılar” takımını ve işçi-köylü sınıflarının bir bölümünü temsil eden orta-sol ve emeğin diğer katmanlarıyla radikal aydınları kucaklayan sosyalist akımlar…
Bu Türkiye tablosunun sol yelpazesi, 19. ve 20. yüzyıl Avrupası’nda olduğu gibi, hem rakip, hem de birbirini tamamlayan iki kanattan oluşmaktaydı: Avrupa’daki gibi Marksizmden değil, Kemalizmden gelen reformist CHP ile onun solunda Marksizmle bağlantılı, sosyalizme, komünizme kadar uzanan çeşitli akımları içeren devrimci, radikal bir kanat…
Türkiye öyle bir aşamaya gelmişti ki, bir yandan Kemalist ve sosyalist/devrimci solun kaderi, tutucu, gerici güçlere karşı paralel, aynı doğrultuda seyretmektedir. Bir yandan da bu iki kanatın (en geniş anlamda “Sol”un) kolektif gücü, potansiyel olarak toplumun geleceğini belirleyecek bir düzeye yükselmektedir.
Burada toplumsal gelişimi etkileyebilecek bir potansiyelden söz ediyorum. 1970’li yıllar son bulurken bunun sadece ön-koşulları vardı. Örneğin partisine sosyalist soldan sızmalara karşı Ecevit’in aşırı duyarlılığı doğaldı. Ancak, sosyalistlerle arasındaki ayrılıkların “hasmane çelişkiler” içermediğinin de farkındaydı. Artan terör ortamında, şiddetin kaynaklarının faşizan akımlarda ve derin devlette olduğunu fark etti; ama devlet aygıtının içindeki faşist, gerici öğelerin üzerine gidemedi.
Devrimci, sosyalist kanat ise, çeşitli (bazen kavgalı) akımlardan oluşuyordu. Fiilen tek bir blok haline dönüşmesi ve CHP ile ortaklaşa bir ittifaka öncelik vermesi söz konusu değildi. Yine de devrimciler doğrudan veya dolaylı olarak CHP’nin yükselişine katkı yaptılar; bu partiye dönük faşizan saldırıları frenlediler.
Değişen dünya koşullarında Türkiye’nin egemen sınıfları, derin devlet ve emperyalizm, sözünü ettiğim potansiyelin gerçekleşmesini; yani, en geniş anlamdaki “Sol”un, Türkiye siyasetinde belirleyici bir yer kaplamasını kabul edemezdi. Emniyet güçlerinin desteğindeki faşistlerin silahlı saldırıları, Maraş ve Çorum kıyımları bu iradenin göstergeleriydi. Sermaye örgütleri Ecevit hükümetine karşı yoğun bir kampanya da başlattı. 12 Eylül darbesine böyle gidildi.
Kısacası, bu darbenin stratejik hedefleri iki boyutluydu: Birincisi, ekonomiyi neoliberal dönüşüme taşımak ve bölüşüm ilişkilerini çarpıcı boyutlarda sermaye lehine dönüştürmek; ikincisi ise Cumhuriyetçi ve sosyalist solun Türkiye’nin geleceğinde birlikte söz sahibi olma potansiyeline kalıcı olarak son vermek…
Sözünü ettiğim potansiyelin zirveye ulaşmasında, halk sınıflarının saflarında sosyalist solun kök salması, yükselişi önemli rol oynamıştı.
Tarihle Söyleşiler 3’teki dört kişi, bu yükselişin sıradan aktörleri, tanıkları olarak önem taşıyorlar.
***
Kitaptaki dört kişinin sosyalist hareketlerle karşılaşması, 1972-73 civarındadır. 12 Mart öncesindeki devrimci birikim ortadan kalkmamıştır. Aile, lise çevrelerinden taşınan edinimler, üniversite sıralarında, kantinlerde, yurtlarda devrimci akımlarla kaynaşacak; kitapta yer alan dört genci adım adım devrimci örgütlerin saflarına taşıyacaktır.
Örgütlü çalışmanın ilk aşaması, üniversite ve yüksek okullarda faşistlere karşı mücadeledir. Devrimcilerin hâkim olduğu okullarda, yerleşkelerde mevziler faşistlere karşı korunacak; harekete, örgütlere yeni militanlar eklenecektir. Ülkücülerin hâkimiyetindeki okullarda ise, yönetimlerle ve emniyet güçleriyle derslere girme mücadelesi topluca, bir arada sürdürülecektir.
Örgütler, kahramanlarımızı, zamanla halk sınıflarının saflarında çalışmaya yönlendirecektir. Kent mahallelerini, faşistlere karşı savunma görevini direnme komiteleri üstlenecektir. Komitelerde, mahalleli kadınların, erkeklerin, gençlerin katılımıyla eğitim, sosyal dayanışma işlevleri üstlenilecek; doğrudan demokrasi deneyimleri hayata geçirilecektir.
Giderek, örgütlü çalışmalar, mahallelerden, köylerden üretim ilişkilerine taşınacaktır. Madenlerde, fabrikalarda, tarlada, bahçede sömürüye, yozlaşmalara karşı emekçi örgütlenmeleri oluşturulacak; var olanlar içinde öncü roller üstlenilecektir. Bu mücadeleler, günlük hayatla bütünleşecek; devrimciler, farklı, yeni bir hayat tarzının mümkün olduğunu bizzat fark edecekler; bu bilinçlerini adım adım emekçilere aktaracaklardır. Ancak her aşamada, faşistlerle ve emniyet güçleriyle çatışarak; kazanılmış mevzileri savunarak ve ilerleterek…
Bu mücadelelerin hiçbir aşamasında, halk sınıflarının Müslümanlığı, örgütlenmeyi kösteklemeyecektir. Maraş ve Çorum’daki Alevi katliamı dönemlerinde dahi, Sünni köylerde, kasabalarda devrimcilerin çalışmaları aksamadan sürdürülmüştür. Faşizmin gerilediği her ortamda, mezhep ayrımları önemini yitirecek; demokratik ve sınıfsal dayanışma biçimleri ön plana çıkacaktır.
1980’in eşiğinde, Türkiye’nin emekçi halkı örgütlenmektedir. Bir kanadında devrimcilerin, sosyalistlerin katkıları öne çıkmaktadır: Kentte/köyde, gericiliğe, devlete karşı direnirken doğrudan demokrasiyi hayata geçirerek; işyerlerinde sendika mücadeleleri ile içli-dışlı; kırsalda üretici örgütleri, mitingleri içinde sömürüye karşı çıkarak…
Bu dinamizme, Sol’un diğer kanadını da ekleyiniz: CHP, parlamenter rejimin kuralları ve sınırları içinde, bağımsızlıkçı, halkçı bir program ve söylemle yükselmekte; iktidara adım atmaktadır.
Yukarıda söylediğim gibi, Türkiye’de Sol’un zirveye ulaştığı bir tarih yaşanmaktadır ve 12 Eylül darbesi, bu tarihsel dönüşümü temelli durdurmak için de yapılacaktır.
***
Tarihle Söyleşiler 3’te hikâyelerini anlatan kişiler bu büyük dönüşümü hayata geçiren binlerce insanın içinde yer aldılar; ağır bedeller ödediler.
Değdi mi? Boşuna mı?
Kahramanlarımızdan biri şöyle yanıtlıyor: “Ömrün hayalini kurduğun şeylerin gerçekleştiğini görmeye yetmez. Ama şununla mutlu olabilirsin: Bir hareketi, bir hayali öncekilerden al; onu zenginleştir; sonraki kuşaklara, üzerinde ve uğrunda titrenecek ve mücadele edilecek bir şey olarak teslim et. Kendimi ikna ettiğim misyon aşağı yukarı böyle bir şey…”
Bir diğerini de aktaralım: “Devrimi göremesek de çorbada bizim de tuzumuz var diye düşünüyorum. Geleceğin özgürlük ve eşitlik içinde yaşanacak güzel Türkiye’sine ulaşma mücadelesine bizim de katkımız olmuş; önemli olan budur.”
Bu tarihsel misyonu devralanlara ise, bu dört insana, onların binlerce yoldaşına teşekkür etmek düşüyor.