Dünyayı düşüncelerin değiştirdiği bir yanılsamadır. Öyle gözükür, öyle sanırız. Pek değer biçeriz. Ama dünyayı esas değiştiren o düşüncelerin arkasına yığılan maddi güçtür. O yığınak yoksa, o düşüncenin zerre kadar önemi yoktur. Politika güç ile yapılır. İnsanlar -ne yazık ki- güç ile ikna edilir, parlak laflarla değil.
Bütün uzmanları, en değerli beyinleri toplar, sabahlara kadar tartışır, en parlak programları yazabiliriz. Son derece akla yatkın örgüt, parti, cephe şemaları çizer, planlarız.
Evdeki hesaptır bunlar. Çarşı ise çok farklıdır. Çarşıda, kontrol ettiğin güç kadar hükmün geçer.
Örneğin masada oturur bir “karşı hegemonya” planı yaparız. Cumhuriyetin kazanımlarını korumaya çalışan kitleler ile seküler Kürtleri yan yana getirir, birleştiririz. Ne kadar akla yatkın değil mi? Neden bir araya gelmesinler ki? Bu taraf biraz ilkel milliyetçilikten arınsa, diğer taraf biraz “ulusal değerler”e saygı gösterse, olacak bu iş; kuracağız yeni bir cumhuriyeti…
“Kutu kutu oyunu”na benzer bu. Oyunlar dünyasının, hayaller dünyasının iyi niyetli işleri…
İtin biri gider bir bayrak yakar, kopuğun biri gider bir Kürt esnafın camını indirir, bizim o sanal birliğimizin, hayali karşı-hegemonyamızın hükmü işte o kadardır, tuzla buz oluverir…
Hiçbir sosyalist devrim, öncelikle bir “karşı-hegemonya”, bir “karşı-kültür” yaratarak oluşmaz. Mümkünü yoktur; çünkü düşünceler sosyo-ekonomik temel zemininde yükselirler. Önce iktidar alınır, sosyalist inşaya girişilir, sonra bu iktidarın gücüne dayanarak ideolojik ve kültürel hegemonya kurulur. Hatta iktidardan çok sonra bile böyle bir hegemonyayı korumak zordur; gevşemeye gelmez, her an geri dönüşler yaşanabilir. Bütün başarılı devrimlerde ve sonraki inşa süreçlerinde bu gerçeği görürüz. Zaten böyle olmasaydı, sosyalistler seçimle de iktidara gelebilirler, devrime ve sürekli devrime gerek kalmazdı.
İdeolojik ve kültürel mücadele alanını, “karşı-hegemonya”, “karşı-kültür” gibi kavramları, bugünden de çaba sarf etmek gereğini, ittifak ve birlik çabalarını küçümsediğim sanılmasın. İktidar (yani güç) olgusunun belirleyiciliğine ve kritikliğine vurgu yapıyorum burada.
Sadece sosyalistler açısından da değil, rejim değişikliği çapında bir dönüşüm hedefleyen her politik odak için geçerlidir bu. Ülkemizde son 30 yılda Türkiye siyaset arenasına giriş yapabilmiş iki yeni politik odak, Siyasal İslam ve Kürt Hareketinin gelişim süreçleri ve bunu nasıl becerebildikleri incelendiğinde bu çarpıcı gerçek fark edilebilir. AKP, arkasına ABD’nin ve küresel burjuvazinin gücünü almasaydı, fikriyatı geniş bir sosyal zemine sahip olsa bile bu kadar başarılı olmasına olanak yoktu. Örneğin görüyoruz, dinciliğin zemininin bu denli genişlediği koşullarda bile Cemaat’in nasıl darmaduman olduğunu. 40 yıl önce Kürt sol örgütleri içinde bir grup olan PKK, diğer Kürt örgütlerini nasıl “ikna” etmiştir? 12 Eylül koşullarında nasıl bir çıkış yapabilmiştir? Kürt halkının önemli bir bölümünü nasıl etkileyebilmiştir? Arkada silahlı bir güç olmasa yasal düzlemde politika yapan Kürt örgütlerinin bir hükmü olabilir mi? Öte yandan sol bir geçmişi olan PKK, 20 yıldır Amerikan stratejisine nasıl “ikna” edilmiştir? Nasıl ikna etmişse öyle ikna edilmiştir. Bütün bu süreçler politikanın nasıl yapıldığına ilişkin dersler niteliğindedir.
Türkiye sosyalistleri, siyaset arenasına (kurtlar sofrasına) girmeyi hedefliyorlarsa, söylediklerini yapma ve yaptırma iktidarına sahip olmak durumundalar. Dünyayı değiştirecek bir maddi güce, manivelaya ihtiyacımız var. Bu da başta sanayi proletaryası olmak üzere emekçi sınıflardır. Ne geniş cumhuriyetçi kitleler, ne ha dedin mi sokağa dökülen Kürt yoksulları, hatta ne “Gezi kitlesi”, ne de bazı arkadaşların önerdiği gibi TSK bu işlevi görebilir. Bunların hiçbiri bizim özgücümüz değildir; koşullar uygun olduğunda etkileyebileceğimiz, etrafımızda toplayabileceğimiz, toplayamasak bile tarafsızlaştıracağımız veya içinden parçalar koparabileceğimiz hareket/odaklardır. Ve ancak örgütlü özgücümüze (manivelamıza) dayanarak etkileyebiliriz bu kesimleri. Yoksa başka politik odakların etkisinde kalacaklar, onların kitlesi veya gücüne dönüşeceklerdir; öyle de olmaktadır zaten.
Bizler sosyalistiz. Bizim tanrımız ne şu veya bu emperyalist, ne küresel veya yerel burjuvazi, ne ordu, ne herhangi bir devlet, ne şu veya bu etnik topluluk veya mezheptir; hatta silah ve örgüt de değildir. Tanrımız, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileridir.
Biraz hantal, dağınık ve saf bir tanrı! Damarına iyice basılmadan ve ısrarla dürtüklemeden harekete geçemiyor. Ama bir ayağa kalktı mı, diğerlerinin nasıl birer “kâğıttan tanrı”ya dönüştüğünün örnekleri mevcut. Harekete geçti mi, bir türlü bir araya getiremediğimiz devrimci potansiyeller taşıyan çeşitli kesim ve tabakaları nasıl mıknatıs gibi çevresine topladığını, karşı saflarda bile nasıl gedikler açabildiğini biliriz. 40 yıldır üç kuşak “akıllılar topluluğu” olarak bir türlü çözemediğimiz solcuların birliği sorununun ayağa kalkmış tanrının bir kaş işaretiyle nasıl bir gecede çözüldüğünü de göreceğiz. Bu durumda hizaya girmeyen “kâfir” olacaktır zaten!
Sağ olsunlar, Yatağan’dı, Soma’ydı, Mecidiyeköy’dü, Ermenek’ti derken tanrımızın damarına epey bir basılıyor. Uyanması yakındır. Biz de sebatla dürtüklemeye devam etmeliyiz. Parti, cephe, hareket… Ne kurarsak kuralım, kuracağımız şey “tanrıyı dürtükleme örgütü” olmalıdır.