Egemen sınıfları ve uluslararası güç odaklarını tedirgin eden “aykırı” siyasî iktidarlar “kestirme ve silahsız yöntemlerle” nasıl değiştirilebilir?
Bu soru, bugünlerde Latin Amerika’nın bazı “solcu” hükümetleri için geçerli. Geçen hafta bu köşede örneklerden biri üzerinde durdum: Brezilya’da Başkan Dilma Roussef’i ve İşçi Partisi’ni iktidardan uzaklaştırmak için sürdürülen saldırı…
Bilgileri yenileyelim; tartışmayı sürdürelim.
Brezilya’da İktidar Kavgası
Yeni seçimlere 33 ay var. Bekleyemiyorlar; sonuçlara güvenemiyorlar. Acele ediyorlar.
Saldırıyı yöneten, düzenleyenler büyük sermayenin yerli ve dış kanatlarıdır; onun kontrolündeki iç ve dış büyük medyadır; ABD bağlantılı emniyet kadroları, sermaye ve sağ siyaset ile işbirliği içindeki yüksek yargıdır. Kentlerin büyük meydanlarını dolduran “beyaz Brezilyalılar” ayrıca sahneye çıkmaktadır. Ortaklaşa yürütülen “Rousseff istifa”, “görevden alınsın” ve “Lula hapse” kampanyasına finans kapital de katılmakta; ülkenin kredi puanları düşürülmekte; “sıcak para” kaçmaktadır.
Ekonomik güçlükler, krize dönüştürülür; hedeflenen sonuç, adım adım kaçınılmaz hale gelir.
Geçen hafta yeni gelişmeler oldu: Rousseff, tutuklu olarak yargılanacak olan eski Başkan Lula da Silva’yı hükümetine aldı; kısmî dokunulmazlık sağlamayı hedefledi. Bir federal yargıç da bu atamayı, “adaletin işlemesini engelleme girişimi” olarak nitelendirdi ve durdurdu.
Adını Koyalım: Silahsız Darbe
Temsilî demokrasinin dayandığı hukuk kuralları zorlanarak siyasî iktidarların değiştirilmesi “silahsız darbe” olarak nitelendirilebilir mi?
Gözden geçirdiğimiz Brezilya örneği için bu teşhisi koyanlar var.
Pepe Escobar (RT 8 Mart ve CounterPunch 17 Mart); Brezilya’daki yolsuzluk dosyalarını yöneten federal yargıç Sergio Moro üzerinde odaklanıyor. Escobar’ın belirlemelerine göre bu zat, 1990’lı yıllarda İtalya’yı sarsan (“Temiz Eller” diye bilinen) yolsuzluk davalarını yürüten yargıç Di Pietro’yu örnek almıştır.
Ne var ki, Brezilya siyaseti baştan aşağı yolsuzluğa batmıştır. Yargıç Moro’nun son zamanlardaki önceliği ise İşçi Partisi’ni iktidardan uzaklaştırma kampanyası olmaktadır. Bunun için de medyayı kullanarak kamuoyunu kazanmayı bir yöntem olarak benimsemiştir. Lula’nın gözaltına alınacağını Globo medya grubuna önceden haber vermiştir. Lula ve Rousseff’i dinlemeye almış; aralarındaki (bakanlığa atanma süreciyle sınırlı olduğu anlaşılan) bir konuşmanın bant çözümünü medyaya aktarmıştır.
“İstifa/ görevden alma/ tutuklanma” kampanyasında yargı-medya işbirliği açıkça ortadadır.
Escobar, Rousseff ve Lula’yı siyaset dışına sürme girişimlerini “bir beyaz darbe” olarak nitelendiriyor. Tarihçi Alves de Lima’yı da aktarıyor: “Bir karşı-devrime, kitle faşizmine yuvarlanmanın sınırlarındayız.”
***
Edward Snowden’in sızdırdığı ABD istihbarat raporlarını yayımlayarak şöhret yapan Glenn Greenwald şimdi Brezilya’da yaşıyor. 18 Mart’ta The Intercept’te yayımlanan (A. Fishman ve D.Miranda ile ortak imzalı) bir yazısında Brezilya’daki hükümet aleyhindeki kampanyayı mercek altına alıyor.
Greenwald ve arkadaşları da, Lula/Rousseff karşıtı kampanyanın gelişiminde Brezilya medyasının belirleyici rolünü vurguluyor. Büyük sermayenin kontrolündeki medya habercilik yapmamakta; “bir solcu partiyi iktidardan uzaklaştırmak amacıyla kaba bir propaganda” sürdürmektedir. “Brezilya’nın plütokratları, onların medyası, üst ve orta sınıfları, yıllar boyunca demokratik yollardan gerçekleştiremedikleri bir hedefi, yolsuzluk skandalını kullanarak hayata geçirmeye çalışıyorlar. Bu para babaları demokratik seçimlerden hep nefret etmiştir. Şimdi de 1964 darbesinin evveliyatında olduğu gibi, yanıltıcı yolsuzluk sloganları altında birleşiyorlar.”
Yazıda, siyasi kampanyada önemli rol oynayan sokak gösterilerinin sınıfsal bileşimi (“İşçi Partisi’ne karşı hep husumet duymuş olan daha varlıklı, beyaz yurttaşlar”) ayrıntılı gözlemlerle betimleniyor. İlkokul diplomasından yoksun, işçi ve sendikacı, sonra da Başkan olan Lula da Silva bu husumetin kişiselleşmiş bir hedefidir; zira “demokrasinin Brezilya yoksullarını güçlendirici rolünü kişisel olarak temsil etmektedir; öteden beri de Brezilya seçkinlerince işçi sınıfı şivesi ve üslubu ile alay konusu olmuştur.”
Yazı, yolsuzluğun Brezilya siyasetine fazlasıyla bulaşmış olduğunu, İşçi Partisi yöneticilerini de kapsadığını; Lula ve Rousseff’in de (kişisel olarak değilse bile) bu bakımdan kusurlu olduklarını kabul ediyor. Ne var ki, Başkan’ın görevden alınmasını görüşen komisyondaki üyelerden beşi de yolsuzlukla suçlanmaktadır. Yolsuzluk davalarını üstlenen yargı tarafsız değildir. Örneğin, Lula’nın bakanlık atamasını durduran yargıç, bizzat katıldığı hükümet karşıtı gösterileri facebook’unda, fotoğraflarla birlikte anlatmaktadır.
Yazı şu saptama ile son buluyor: “Rousseff’i ve partisini iktidardan uzaklaştırma çabası, hukuka dayalı, yolsuzlukları gerçekten önlemeyi hedefleyen bir süreç değildir. Toplumun en güçlü, varlıklı katmanlarının yürüttüğü açıkça anti-demokratik bir mücadeledir.”
***
Son olarak Vijay Prasad’ın bir yazısına (The Hindu, 21 Mart) değineceğim. Prasad yazısında iki Brezilyalı’nın değerlendirmelerini aktarıyor.
Eski Maliye Bakanı Carlos Bresser-Pereira, hükümet karşıtı kampanyayla ilgili sınıfsal bir saptama yapıyor: “Gösterilerin ortak özelliği, seçkinlerin, zenginlerin İşçi Partisi’ne ve Başkan’a karşı duydukları nefrettir.”
Bu nefretin kaynağında on üç yıl boyunca seçkin katmanların sınıfsal ayrıcalıklarının aşınmış olması yatmaktadır. Üniversite kapılarının işçi çocuklarına daha fazla açılması, artan ücretler, sosyal yardımlar, düşen işsizlik gibi dönüşümlerin toplumsal yansımaları, burjuvazinin sınıfsal tedirginliğini beslemiştir.
Bu tedirginlik sokaklara, kampanyalara medya aracılığıyla yönlendirilmiştir. Profesör Beatriz Bissio, tek bir şirketin, Globo’nun, Brezilya’daki medyanın yarısından fazlasını denetlediğini belirtiyor. Patronunun askeri rejimlere muhabbet duyduğu bilinmektedir. Globo kanalları, kamuoyunu etkilemekte rakipsizdir. Yolsuzluk skandallarını öncelikle İşçi Partisi yönetimine fatura ederek sokak gösterilerini yönlendirmiş; siyasi istikrarsızlığı beslemiştir.
Prasad, yukarıdaki teşhislere katılmaktadır: “Darbelerin, artık garnizonlara gereksinimi yoktur. Medya bu iş için yeterlidir.”
***
“Kıssadan Hisse”: Neler Çıkarabiliriz?
Bir “silahsız darbeler” dönemine mi giriyoruz? Yakın geçmişte eski SSCB coğrafyasında gündeme geldi. Syriza’nın isyankârlığına karşı AB tarafından Yunanistan’a da uygulandı: Çipras iktidarda kaldı; ama referandum sonuçlarını uygulaması engellendi; Syriza parçalandı; hizaya getirildi.
Bugünlerde Latin Amerika’da uygulanıyor. Dört yıl önce Paraguay’da solcu bir başkan, anayasayı çiğneyen bir parlamento darbesiyle alaşağı edildi. Brezilya’nın âcil gündemini gözden geçirdik. Eşzamanlı ve benzer yöntemlerle Venezuela’da Başkan Maduro’yu erkenden görevden alma girişimleri tezgâhlanmaktadır. Orada solcu iktidar on yedi yıllıktır ve toplumsal izleri Brezilya’ya göre daha kalıcıdır. Ayrıca incelenmesi önem taşımaktadır.
Ukrayna, Gürcistan, Latin Amerika, Yunanistan… Silahsız darbelerin tümü, farklı gerekçe ve biçimlerde ABD-Avrupa emperyalizmi ile (en azından) koordinasyon içinde; bazen onun yönetimi altında gerçekleşmektedir.
Saygın programlar söz konusudur: Yolsuzlukla, insan hakları ihlalleriyle, seçim usulsüzlükleriyle, hatalı iktisat politikalarıyla, krizlerle mücadele…
Dışarıdan gelen bazı sinyallere bakarak, İslamcı faşizme karşı ABD/AB destekli benzer bir senaryoyu Türkiye’ye yakıştıranlar var mıdır?
Zinhar aklınıza getirmeyin! Büyük burjuvazi ile emperyalizmin ittifakından demokrasi değil, eskisini aratacak hastalıklar, yozlaşmalar çıkar.