Ne çok seveni varmış. Ve ne iyi!
Özellikle son senelerde “bizden birileri” terk-i diyar eylediğinde, solumuzda ve entelektüel camiamızda/kültür dünyamızda, sadece birkaç saat içerisinde, “iyi bilirdik”ciler ile “kötü bilirdik”ciler şeklinde iki ana öbek oluştuğu herkesin malumudur sanırım.
Bunun altında da, “İyi bilirdik ama biraz şöyleydi, biraz da böyleydi”ciler ya da “Kötü bilmemize rağmen şu konuda da hakkını vermek lazım”cılar ve benzerleri de, yine hızla türeyebiliyor elbette. (Zaten hep hızlı hareket etmemiz, düşüncemizi hemen belirtmemiz gerekiyor sosyal medya hesaplarımızda; bütün kamuoyu ölen kişiyle ilgili görüşlerimizi merak etmekte, bizden bir an önce bir açıklama beklemekte!)
Bu kez öyle olmadı. Herkes, hep bir ağızdan “iyi bilirdik” dedi. “Çok iyi bilirdik”, “acayip severdik”, “içimize işledi”, harika, muhteşem, olağanüstü vb. diye devam da etti. “Ama”lı, “fakat”lı rezervler bile düşülmedi. Doğrusu, uzun zamandır solumuz ve entelektüel camiamız/kültür dünyamız böylesine birleşmemişti!
Ölenin buram buram anarşizm kokan düşleri, düşünceleri ve eserleri açık olduğuna göre, demek ki her solcunun/entelektüelin içinde anarşist bir taraf -sevdiği bir anarşizm- varmış diyebiliriz sanırım bu durumda. Her solcunun gönlünde gizli bir anarşizm aslanı, daha doğrusu ejderhası yatıyormuş. Öyle ya, ölen kişi, ejderhaların anlatıcısı…
Büyük yazar Ursula Le Guin, ejderhaların dünyasından, ayağımızı basmadığımız ama hayal gücümüzü kaptırdığımız yok-dünyalardan, Kızılderili masallarından, toplumsal ve cinsel yaşamda özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmuş bilinmedik gezegenlerden yazsa da (ya da “yazdığı için”) herkese hitap etti. Tüm okurlarını “öteki rüzgârlar”ın peşinden sürükleyerek yeni ve bilinmedik yolculuklara çıkardı. Müthiş bir hikâye anlatıcısı zihnimizi bu şekilde kışkırtırken, bugünümüzü sorgulaya sorgulaya efendisiz-devletsiz o harika geleceğe sürüklenmemek, bu düşümüzü elimizden almaya çalışan ve farklı gezegenlerden/zamanlardan aramıza karışan “tarih-öncesi” tehditlerle mücadele etmemek mümkün mü? Değil, tabii ki.
Çok sayıda eser verdi ama ikisi hep öne çıktı sanki. Anarşizan ütopyanın “Mülksüzler” zirvesi ile “Karanlığın Sol Eli”. Yok, romanları anlatıp henüz okumayanlar için “spoiler” verecek falan değilim. Sadece geçerken, “Karanlığın Sol Eli”nin önsözünün de çok özel olduğunu hatırlatabilirim. Şeffaflığından, yazdıklarının içini göstermesinden dolayı herhalde:
“Kehanet, peygamberlerin, falcıların ve fütürologların işidir. Romancıların işi değildir. Bir romancının işi yalan söylemektir. (…) Bir roman, herhangi bir roman okurken, içindeki her şeyin uydurma olduğunu gayet iyi bilmeli; ama okuma sırasında her kelimesine inanmalıyız. Nihayet kitabı bitirdiğimizde -iyi bir romansa eğer- onu okumadan önceki halimizden birazcık farklı olduğumuzu, sanki yeni bir yüz görmüş, sanki daha önce hiç geçmediğimiz bir sokaktan geçmiş gibi biraz değiştiğimizi görebiliriz. Ama tam olarak ne öğrendiğimizi, nasıl değiştiğimizi söylemek; bu çok zordur işte. Sanatçı sözcüklerle söylenemeyecek olanla uğraşır.”
Her neyse uzatmayalım, Le Guin’in eserlerine değil de, bilinçaltımızda yatıp bu gibi kayıplarda açığa çıkan “anarşizm sevgimize” değinerek, bazı şeyleri sorgulamak istiyoruz sadece. Ya da bir soruyla ifade edelim; nereden geliyor bu sevgi?
Tabii ki devletsizliğin cazibesi var her şeyden önce. Daha doğrusu devletin yok olduğu bir dünyadaki özgür insanların o güzel yaşantılarının hayali ve cazibesi. Devletle birlikte her tür otoriteden uzaklaşmak, hemen onun yamacında. Hele otorite böyle lenduha gibi gelip dururken üstümüze üstümüze. Devletsiz-otoritesiz bir gelecek, oooh mis.
Ve bir tehlike: İktidardan da uzaklaşma anlamına gelmesin sakın bu ha!
Otonomi var sonra. Anarşizmin güncel ruhu! O daha tartışmalı tabii. Devletsiz bir gelecek düşünüldüğünde bir şekilde nihai hedef aynı da, ona giden yol ve araçlar düşünüldüğünde işler karışıyor işte. Özyönetim, özdenetim, doğrudan demokrasi falan diyince, yine neyse! Hatırlatalım yine de: İki hafta önce ele aldığımız “yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi ve geçiş” tartışmalarında otonominin artan önemine dikkat çekiliyor genelde.
Ve bir tehlike: Otonomi derken, kaçgınlık, iradesizlik falan çıkmasın sakın buradan da ha!
Nihai hedefin ortaklığı ile ona giden yol ve araçların farklılığı dedik ama “mesafeleri kısaltan” bir kaynaşma olgusu ya da arayışı da var mı ortada, onu sorgulamadık. “Anarko-komünizm” derler bir füzyon mesela? İlla bir isim de lazım değil tabii; devletsiz bir topluma doğru geçişin hızlanma ihtimali ve dolayısıyla iki “siyasi ekol” arasında kapanan mesafeler söz konusu olabilir mi?
Bu noktada Le Guin’i ve onun çağrıştırdıklarını bir kenara ayırıp, bu topraklardan çok değerli bir hocamıza, Cem Eroğul’a uzanmak istiyorum. Birey’i araştırdığı, “duygutür” kavramını ortaya attığı özgün ve zihin açıcı çalışması “Birey Nedir?”in sonunda uzun bir söyleşi yer alıyor kendisiyle. Anarşizm ile komünizm arasındaki “kısalan mesafe”nin de konu edildiği. Eroğul’un Gökhan Atılgan’la yaptığı bu söyleşiden uzun bir alıntı şimdi:
“Kanımca, en ileri kapitalist ülkelerde artık bu aşama [komünizm öncesi “hazırlık aşaması” - yıkılan toplumun damgasını ister istemez taşıyacak olan ve ereği, üretim güçlerinde, özellikle emekgücünde ve üretim ilişkilerinde, komünizmi olanaklı kılacak gelişmeyi sağlamak olan aşama] tamamlanmıştır. Dolayısıyla buralarda artık proletarya diktatoryasına filan gerek yoktur. Aksine, buralarda böyle bir şeye kalkışmak gericilik olur. Üretim ilişkileri bir çırpıda dönüştürülebilecek olgunluğa erişmiştir. Doğrudan doğruya komünist düzene geçilecektir. Bu da, 1864’te kurulan Birinci Enternasyonal’in düşman kardeşlerinin, komünistlerle anarşistlerin artık tamamen barışması, proletarya dahil tüm sınıfların ortadan kalkması, baskıya dayanan devlet örgütlenmesi yerine herkesin doğrudan katkıda bulunabileceği özyönetimci yapıların hemen kurulması, orduların dağıtılması, sınırların silinmesi gibi köktenci ve yaygın değişimlerin, çok hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesi anlamına geliyor.”
Sonrasında bu “yeni durum”un ne şekilde “yeni bir devrim”e dönüşebileceği, “paylaşımcı iletişim araçları”nın (sosyal medyanın) bunda nasıl bir rol oynayabileceği, devrimin “şiddet”le mi, “genel bir tutum alış”la mı gerçekleşebileceği vb. üzerine yine kışkırtıcı şeyler söylüyor Cem Eroğul. Düşünmeye, tartışmaya, sorgulamaya, derinleştirmeye açık elbette. Şimdilik bağlayacak olursak, yukarıdaki alıntıdan da gördüğünüz gibi, “sevdiğimiz anarşizm”, öyle uzaklarda, bilim-kurgusal romanlarda, ütopyalarda, farklı gezegenlerde, farklı zamanlarda ve bunları nefis bir biçimde öyküleyen yazarlarda değil sadece.
Hemen yanımızda!..