Türkiye’nin Suriye’ye asker göndererek savaş bataklığına saplanma olasılığının yükseldiği bir dönemde bile, CHP, “ana muhalefet partisi” olduğunu hatırlatabilecek herhangi bir şey söylemiyor ve asıl önemlisi yapmıyor. Kılıçdaroğlu, tam tersine, Rus savaş uçaklarının tartışmalı sınır ihlalleriyle ilgili olarak, “angajman kurallarına uyulması gerektiği”ni savunma gereğini duymuştu. Son olarak, CHP milletvekili Deniz Baykal, Türk ordusunun Azez-Halep hattını bombalamasının doğru olduğunu düşündüğünü açıkladı.
Deniz Baykal, 7 Haziran genel seçimlerinin hemen sonrasında da Tayyip Erdoğan’la görüşmeyi kabul ederek onu rahatlatmayı tercih etmişti. Erdoğan’a meşruiyet kazandıran bu görüşmeye karşı çıkmayan CHP yönetimi, uzun süren ve tek amacı erken/tekrar seçim öncesine kadar muhalefeti oyalamak olan “istikşafi” görüşmelerle boş vakit geçirmeyi kabul etmişti.
Ve aynı CHP yönetimi, 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı meclis bileşiminden yararlanarak yolsuzluk dosyalarını açtırma, Saray/AKP iktidarından hesap sorma girişimlerinden uzak durmuş, meydanı boş bırakmayı tercih etmişti.
CHP yönetimi, Saray/AKP rejiminin ülkenin bütününü baskı altına alabilmek için Kürt illerinde ve ilçelerinde ilan ettiği sokağa çıkma yasaklarına ve vahşice saldırılarına karşı da anlamlı herhangi bir muhalefet sergilemedi. Kürt-Türk düşmanlığına güç kazandıran ve iç savaşın yaygınlaşıp derinleşmesine yol açabilecek olan Saray/AKP politikaları karşısında, CHP, bir etkisiz eleman olarak kaldı.
Tüm bunlar, bir gerçeği bir kez daha kanıtlamış oldu: Kendi solunda güçlü özneler bulunmadıkça, CHP’de, sağa kayarak güç kazanma arayışları güç kazanır.
Ne de olsa, iktidara gelemese bile, belirli sayılarda milletvekillikleri ve belediye başkanlıkları kazanma ve bu konumların sağlayacağı maddi ayrıcalıkları pazarlama gücüne sahip olan bir partiden söz ediyoruz.
Örneğin, Süleyman Çelebi, DİSK Genel Başkanlığı görevini, CHP’den milletvekili olabilmek için bir sıçrama tahtası olarak görmemiş miydi?
Bugün, CHP’nin gerçekten devrimci niyetlere sahip olan milletvekilleri, bu partinin içinde sadece küçük bir azınlık oluşturmuyor mu?
Tüm bunlarda yeni bir yan yok elbette. Toplumsal muhalefet dinamikleri ve kendi dışındaki gerçek sol güçler zayıf kaldığı sürece, CHP, sıradan bir düzen partisidir ve o sırada iktidarda bulunanlarla uzlaşmanın yollarını arar.
Gezi Direnişi, CHP üzerinde de geçici bir etkide bulunmuştu. Ama direniş, ilk dönemdeki etkisini ve gücünü yitirmeye başlarken, CHP yönetimi, Cumhurbaşkanlığı seçimi için Ekmeleddin İhsanoğlu ismini ortaya atabilecek kadar rahat hissetmişti kendisini!
1980 öncesi de farklı değildi. Öncesinde kendisini “solcu” bir parti olarak tanımlamayan CHP, 1960’lı yıllardaki sol yükselişin etkisi altında, “ortanın solu” kavramını ortaya atmak zorunda kalmıştı. Sonrasında, Bülent Ecevit, yine solun toplumsal ölçekte kazandığı gücü hesaba katarak, “bu düzen değişmeli” diyebilmişti. Ama 1978 yılında, Ecevit’in CHP’sinin gerçekte ne kadar “düzen dışı” olabileceği (yani aslında olamayacağı) somut olarak görülmüştü. Dahası, aynı dönemde gerçekleştirilen milletvekili transferleri sonrasında, CHP de kısa sürede yolsuzluklarla anılan bir parti hâline gelmişti. Benzer örnekler, 1980 darbesi sonrası dönemde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının kazanılmasının ardından yaşanacaktı...
Ama, “CHP’ye oynayarak bir şeyler elde etme” beklentileri hiçbir zaman gündemden düşmüyor. Çünkü hem CHP’nin solunda bir boşluk var, hem de CHP bir “rant kapısı” olmayı sürdürüyor...
Tek tek bazı CHP’liler, partinin ortalamasına teslim olmamayı, çok daha ileri bir halkçı muhalefet ve mücadele anlayışını temsil etmeyi başarabiliyor. Ama onlar da, partinin bütünü üzerindeki dönüştürme güçlerinin son derece sınırlı olduğunun farkında.
Bugün için kesin olan şey şu: CHP, kendi içinde yürütülecek mücadelelerle dönüştürülemeyecek/devrimcileştirilemeyecek olan bir düzen partisi.
Tam da bu nedenle, CHP’yi sadece bazı güzel/solcu “analiz”lerle, iç dengelere oynayarak, tek tek kişileri etkileyerek dönüştürme çabaları sonuç alıcı olamıyor.
Toplumun geniş kesimlerinde karşılık bulabilecek (olabildiğince az sayıdaki, ama kapsayıcı ve ilerletici) temel ilke ve hedeflerini açıkça ortaya koyan, toplumsal dinamiklerle (eşitlikçilik, laiklik, özgürlükçülük, dayanışmacılık, paylaşımcılık ve katılımcılık temelinde) bağ kuran, şeffaflığı ve dürüstlüğü vazgeçilmez birer değer olarak kabul eden ve ettiren, her tür “pazarlık”ı herkese açık şekilde yürüten, tek tek bazı örgütlerin kendilerini biraz daha büyütmelerini değil gerçek “halk önderleri”nin ortaya çıkmasını hedefleyen ve bunu hedeflediğini somut olarak kanıtlayabilen (ve tüm bunlar sayesinde CHP’yle ilişkilerde de köklü bir değişime yol açabilecek olan) bir sol odak yaratabilir miyiz?
Görebildiğim kadarıyla, bugünkü somut veriler ışığında, daha en baştan ve “merkezî” düzeyde böylesi bir girişimde bulunup başarıya ulaşmamız çok kolay değil... (Birleşik Haziran Hareketi, bu doğrultudaki en önemli adımlardan ve kazanımlardan biri olmayı sürdürmekle birlikte, şimdilik, tarif etmeye çalıştığım gereksinimi tümüyle gidermeyi başaramadı.)
Ama en azından, yerellikler düzeyinde, bu temel yaklaşımı güçlendirme hedefini gözeten somut işler yapmamızın önünde bir engelin bulunmadığı kanısındayım.
Evet, “yerel çalışmalar”, kendi başlarına kaldıklarında, ülke ölçeğindeki siyasal mücadelelere anlamlı katkılarda bulunamayabilir... Dahası, bunu yapamamaları, yerel girişimlerin zamanla güçten düşmesine yol açabilir... Ne var ki, yerel dayanakları zayıf merkezî açılım girişimleri de tümüyle havada kalabiliyor...
Kısacası, gün, solun en kısa sürede ülke ölçeğinde daha ileri adımlar atabilmesi için, ulusal ölçekli mücadelelere katkıda bulunma perspektifini hiçbir şekilde ikinci plana itmeden, yerellikler düzeyinde somut kazanımlar elde etme günü olsa gerek...
Son olarak ekleyeyim: Bunun uzun süreli bir mücadele stratejisi olabileceğini düşünmüyorum. Asıl hedef, en kısa sürede, ulusal ölçekte ağırlık kazanacak olan bir sol odağın yaratılması olmalı. Yerellikler düzeyindeki mücadeleleri güçlendirmek için bile!