ABD’li gazeteci-yazar Michael Wolff’un 5 Ocak’ta yayımlanan Fire and Fury (Ateş ve Öfke) adlı kitabı, Donald Trump’ın akıl sağlığı hakkındaki tartışmaları daha da canlandırdı.
Başkanlık seçimlerine, kazanmak için değil, ününe ün katmak ve sonrasında daha da zenginleşmek için giren bir dolar milyarderi… Bu milyarderin kazanabileceğini düşünmemekle birlikte seçim kampanyasında görev alan fırsat avcıları… Beklemediği seçim zaferini kişisel dehası sayesinde kazandığına inanan, narsistik kişilik bozukluğuna sahip, hiç durmadan yalan söyleyen ve aptalca şeyler yapan bir başkan… Hiç okumayan, PowerPoint sunumlarını bile izlemek istemeyen, cehaletinin farkında olmayan, biraz olsun karmaşıklık içeren konuları ve neden-sonuç ilişkilerini kavramaktan aciz bir başkanı korumaya ve savunmaya çalışan yakın çevresi…
Aslına bakılırsa, Wolff’un kitabı, Trump’ın akıl sağlığı hakkında pek fazla yeni veri sunmuyor. Ama onun yakın çevresi hakkında bilgilenmemizi sağlıyor.
Örneğin, 4 Nisan 2017’de, Suriye ordusunun İdlib’e bağlı Han Şeyhun’da bir kimyasal saldırı düzenlediği haberi alınıyor. Bu haberin doğruluk derecesini Trump da yakın çevresi de sorgulamamış (bu arada Wolff da sorgulamıyor). Trump’ın siyasete daha yeni girmiş olan kızı Ivanka, eşi Jared Kushner’le kurdukları ekiple birlikte, babasının “normal” bir tepki vermesi için çaba harcamış. Askeri yetkililerin savunduğu “normal” ve “akılcı” tepki, Suriye ordusuna yönelik bir füze saldırısının düzenlenmesiymiş. Ne var ki, aslında konu hakkında düşünmeyi bile istemeyen Trump, o dönemdeki baş stratejisti Steve Bannon’ın görüşüne daha yakın duruyormuş: “Suriye’de olup bitenlerden bize ne? Bu işe bulaşmak bize ne kazandırır? Hiç bulaşmayalım.” Neyse ki (!); Ivanka Trump, yetkililerin açıklamalarını dinlemekten nefret eden babasını etkilemenin bir yolunu bulmuş. Kimyasal saldırıda öldürülen çocuklara ait (oldukları iddia edilen) fotoğraflar, Donald Trump’ı ikna etmeye yetmiş.
Başkanın yakın çevresi, bir yandan onu kontrol altında tutmaya çalışırken diğer yandan birbirleriyle kıyasıya mücadele eden çıkar gruplarından oluşuyor. Bu grupların her biri, Beyaz Saray’da olup bitenleri kendi işlerine gelecek şekilde dışarıya sızdırıyor. Başkanın damadı ile kızının liderlik ettiği grup da bunu yapanlar arasında yer alıyor. Çıkar grupları arasındaki güç dengeleri ise, Beyaz Saray’ın dışındaki odaklar tarafından belirleniyor. Örneğin, oğulları ile damadı da dâhil olmak üzere Donald Trump’ın yakın çevresindeki bazı kişilerin Rus hükümetiyle ilişkileri hakkında yürütülen soruşturmalar, bir dönem için, daha liberal görüşlere ve iş dünyasıyla daha güçlü bağlara sahip olan Jared Kushner-Ivanka Trump grubunun güç kaybetmesine ve aşırı sağcı Steve Bannon grubunun güçlenmesine yol açmış. Ama Trump, bir gün önce kendisine söyletilenleri unutarak, Bannon’ın görüşleri doğrultusunda, ABD’deki faşist saldırganlarla mağdurlarını aynı kefeye koyan sözler söyleyince, Bannon tasfiye edilmiş. Halka açık hiçbir şirketin CEO’su böylesi bir yaklaşıma sahip olan bir yönetimle bağlarını koparmadan edemezmiş…
Wolff’un üzerinde durmadığı konu ise, Trump’ın bir yıllık başkanlık döneminin icraat bilançosu. Akıl sağlığı bozuk başkan döneminde ne gibi somut gelişmeler yaşandı?
Şirketlerden alınan vergilerin oranları düşürüldü, “deregülasyon” adı altında sermaye üzerindeki denetimler zayıflatıldı, çevreye zarar veren yatırımların yapılması kolaylaştırıldı. Finans kuruluşu yöneticilerine haksız vergi avantajları sağlayan düzenlemeleri kaldırma vaadi yerine getirilmedi. ABD şirketlerine zarar verecek olan korumacı dış ticaret önlemlerine başvurma vaadi sözde kaldı. Kısacası, Amerikan sermayesinin çıkarlarına hizmet edildi.
Bir başka deyişle, akıl sağlığı bozuk birinin başkanlık koltuğunda oturması, “yerleşik düzen”in işleyişine pek fazla zarar vermiyor. Aksine, sermaye sahipleri ve onların temsilcileri, devlet yönetiminde kendi güçleri ölçüsünde pay sahibi olabiliyor. ABD’yi, bir deli değil, o delinin Beyaz Saray’daki varlığından çıkar sağlayanlar yönetiyor.
Wolff’un kitabı, ABD-Türkiye ilişkileri hakkında da bazı fikirler veriyor.
Trump’ın yakın çevresindekilere göre, Ortadoğu’da dört önemli oyuncu varmış: İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve İran. Bunların ilk üçü, dördüncüsüne karşı birleştirilebilirmiş. Mısır ve Suudi Arabistan da, İran’a karşı desteklenmeleri durumunda, Filistinlileri İsrail’le anlaşmaya zorlayabilirmiş. Böylece “Ortadoğu barışı” sağlanabilirmiş. (Bu doğrultuda somut adımlar da atıldı.)
Anlaşıldığı kadarıyla, “üst akıl”ın Türkiye’ye çok büyük bir önem verdiğini söylemek o kadar da doğru olmayabilir. CIA, ABD ordusunun yetkilileri vb., Trump’ın yakın çevresini, “Türkiye’yi unutmayın” diye uyarmamış.
Türkiye, kitap boyunca sadece iki yerde anılıyor. Birincisi, Trump’ın ilk ulusal güvenlik danışmanı olan Michael Flynn, tanıdıkları tarafından, Rusya’dan ücret ve Türkiye’den büyük “danışmanlık” işleri almaması gerektiği konusunda uyarılmış. (Göreve geldikten yalnızca 24 gün sonra Rusya ile ilişkilerini gizlediği için istifa etmek zorunda kalan Flynn, AKP/Saray rejiminden de lobicilik faaliyetleri için yüklü miktarlarda para almış ve bunun karşılığında Fethullah Gülen karşıtı bir makale yazmıştı. Ayrıca, Flynn’le, Fethullah Gülen’in ABD’den Türkiye’ye kaçırılması konusunda pazarlık yapıldığı iddia edilmişti.)
İkincisi, Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasından kısa bir süre sonra, AKP/Saray rejiminin bir üst düzey yetkilisi, ABD iş dünyasından önde gelen bir kişiye, yeni yönetim üzerinde etkili olmak için hangi yola başvurmak gerektiğini sormuş: ABD’nin Türkiye’deki askeri varlıkları üzerinde baskı kurarak mı, yoksa yeni başkana Boğaz kenarında kıskanılası bir otel arazisi sunarak mı?
“Kupon arazi” meraklılarının o dönemdeki en önemli dertlerinden biri Rıza Sarraf’ı kurtarmaktı. Aynı amaç doğrultusunda Trump’a yakın başka isimlere de para yedirildi. Ama ne ABD’yi bir deli yönetiyor, ne de Türkiye’yi yönetenler bunu çok zeki olmalarına borçlu…