Önce 7 Haziran 2015’teki genel seçim sonuçlarının fiilen yok sayılması, ardından “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bahane edilerek tek kişilik OHAL yönetimine geçiş yapılması, sonra da OHAL koşulları altında düzenlenen 16 Nisan 2017 referandumundan şaibeli bir “evet” sonucunun çıkarılması, Türkiye solunda, “bunları seçimler yoluyla alt etmek mümkün değil” düşüncesinin bir hayli güç kazanmasını sağladı.
Bu düşüncenin gücü, haklılığına dayanıyor. Saray rejiminden tek başına seçimler yoluyla kurtulmanın mümkün olmadığı konusunda AKP seçmenleri de dahil olmak üzere neredeyse herkes ikna edilebilir.
Solun önündeki tuzaksa, zaten neredeyse hep başarısızlıkla sonuçlanan seçim çalışmalarını tümüyle bir yana bırakmanın daha “devrimci” bir yaklaşım olabilirmiş gibi görünmesinde…
Günümüz koşullarında, “Türkiye’nin çok köklü bir dönüşüme uğraması şart” önermesinin nüfusun yarıya yakını tarafından doğru bulunabilecek olması, bu tuzağa düşmeyi kolaylaştırıyor.
Evet, “bizi ancak bir devrim kurtarabilir”… Peki bu devrimi kim(ler); nasıl yapacak? Mevcut sol örgütlerin her biri bu konuda iddia sahibi elbette. Ama henüz hiçbir örgüt ya da ittifak, öngörülebilir vadede bir devrime fiilen önderlik edebileceğini düşündürecek güce ulaşmış değil.
Demek ki, önce bu güce ulaşmak gerekiyor. Seçimleri tümüyle bir yana bırakacaksak, nasıl?
Birincisi, güncel siyasal tartışmalardan zaten bunalmış olan insanlara sosyalist toplum propagandası yapabiliriz. Eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin hüküm süreceği bir düzeni kim istemez? Ama sosyalist topluma ulaşmak için de bir devrim yapmak gerekiyor. Dolayısıyla aynı soruya geri dönmüş oluyoruz: Peki bu devrimi kim(ler); nasıl yapacak?
İkincisi, rejimden zarar görenler arasındaki dayanışma bağlarını güçlendirmeye çalışabiliriz. OHAL mağdurlarından taşeron işçilerine, kadınlardan Alevilere, çevre duyarlılığına sahip bireylerden topraklarını korumaya çalışan köylülere, sadece dayanışma yoluyla bile bazı kazanımlar elde edebilecek olan milyonlar yok mu? Var elbette.Dahası, solun bu potansiyeli önemsemesi, dayanışma bağlarının kurulmasına ve güçlendirilmesine katkıda bulunması gerekiyor. Ama bir devrime ne sendikalar önderlik edebilir ne de toplumun farklı kesimlerinin dayanışma örgütleri. Asıl sorun, bunların üyelerinin ortak siyasal hedefler doğrultusunda mücadele etmelerinin sağlanmasında…
Üçüncüsü, rejim karşıtlarını sokağa çağırabiliriz. Çağırmalıyız ve her fırsatta çağırıyoruz zaten. Ama Saray rejiminden tek başına sokağa çıkarak kurtulmanın da mümkün olmadığı, 2013 Gezi Direnişiyle görüldü.
Saray rejimi, yüzde 50’den fazla oy alabilmek için elinden geleni ardına koymuyor ve koymayacak. Seçim dönemine çoktan girdik. Ülkedeki her tür siyasal tartışmanın merkezinde seçimler dururken, “biz başka konularla ilgileneceğiz” diyen bir sol, kültürel bir zenginlik oluşturmaktan fazlasını istemediği mesajını vermiş olur. Sola açık toplum kesimleri Saray rejiminin bir kez daha kazanamaması için çaba harcarken “bu seçimler önemsiz” diyen bir solsa, nesnel olarak rejime hizmet eden bir güç olarak görülür.
Sormamız gerekenler şunlar: Önümüzdeki seçimleri, halkın örgütlü gücünü artırmak için nasıl kullanabiliriz? İlerici, aydınlanmacı, özgürlükçü, cumhuriyetçi ve eşitlikçi güçlerin ve bireylerin seçimlere ortak bir mücadele programıyla katılması için neler yapmalıyız? Halkın kendi adaylarını çıkarmasını ve bunun sonuç alıcı olamayacağı yerlerde belirli adaylar üzerinde uzlaşmaya varmasını nasıl sağlayabiliriz? Seçimler öncesinde, halkı, başta OHAL’in kaldırılması olmak üzere hangi talepler için mücadeleye ve bu arada sokağa çağırmalıyız? Halkın sandıkları koruması için nasıl örgütlenmeliyiz?
Eğer seçimleri düzen partilerinden bağımsız bir halk örgütlülüğü yaratmanın araçlarına dönüştürebilirsek, Saray rejiminin gasp girişimlerine etkili bir şekilde direnebilecek gücü de yaratmış oluruz.
Bunu başaramazsak, devrimi yakınlaştırmayı da başaramamış oluruz.