Tarihçi Ussame Makdisi’nin 2002 tarihli “Osmanlı Oryantalizmi” adlı makalesi, yayınlandığı tarihten beri Osmanlı tarihçiliğinin çok ilgi çeken makalelerinden biri olmayı sürdürüyor. Bu çalışmanın epeyi ses getirmiş olmasında Osmanlı tarihi alanında pek makale yayınlamayan ve muteber bir mecra olan American Historical Review’da yayınlanmış olmasının ve yazarın oryantalizm eleştirisinin kurucusu Edward Said’in yeğeni olmasına dair magazinsel bilginin rolü var kuşkusuz. Öte yandan makalenin çarpıcı bir tezi var ve çok tartışılmasında asıl pay buna ait.
Batılılar oryantalist bakış açısı çerçevesinde muhayyel bir ‘Doğu’ (orient) yaratmış ve bu ‘Doğu’yu ilerlemeye karşı geri kalmışlıkla, bilgiye karşı cehaletle ve kültüre karşı doğayla özdeşleştirmişlerdi. Makdisi’ye göre, 19. yüzyılın reformcu Osmanlı devlet adamları da benzer bir eğilim göstererek, imparatorluk içinde bir ‘Doğu’ tasavvur ettiler ve bu iç ‘Doğu’yu geri kalmış, yeterince Osmanlılaşmamış, yeterince medenileşmemiş bir yer olarak söylemsel ve pratik düzeyde inşa ettiler. Buna göre nasıl ki Batılı devletler kendilerine dünyanın geri kalanını medenileştirme misyonu (mission civilisatrice) biçmişlerse, Osmanlı merkezi devletinin bir görevi de imparatorluk içinde özellikle Arap bölgelerinden oluşan bu bölgeleri ve orada yaşayan insanları medenileştirmekti (‘vazife-i temdin’).
Makdisi’nin makalesi çeşitli açılardan eleştirilebilir. Örneğin, oryantalizm – emperyalizm bağını yeterince vurgulamadığı ve bu nedenle de emperyalist güçlerin oryantalizmiyle Osmanlı gibi yarı-çevre niteliğindeki ülkelerdeki oryantalizmleri eş görme hatasına düştüğü söylenebilir. Makdisi’nin Osmanlı reformlarını esasen tepeden inme, dar bürokratik kadroların tasarlayıp uyguladığı bir süreç olarak kavramış olması da eleştirilmesi gereken noktalardan. Ama bu sorunlu yanlarına rağmen, ‘Osmanlı oryantalizmi’ kavramının günümüzü, AKP hükumetinin dış politikasının temel unsuru olan Yeni Osmanlıcılık politikasının önemli bir veçhesini anlamakta bize yardımcı olabileceğini düşünüyorum.
Yayılmacı ve irredantist bir dış politika olan Yeni Osmanlıcılık’ın en önemli hedef sahası elbette Arap ülkeleri. Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun ana mirasçısı olmasından kaynaklanan tarihsel rolüne yapılan atıf, bu ülkelere karşı bir ‘büyük ağabey’ rolünü oynama hevesinin dışavurumundan başka bir şey değil. Böyle bir ağabey rolünün ekonomik, kültürel, diplomatik ve askeri anlamda bir karşılığının olmaması elbette AKP’yi bu hevesten vazgeçirmedi. Zira AKP’nin kendini nesnel gerçeklikle bağlı saymadığı sayısız örnek var elimizde. Yeni Osmanlıcılık özelinde de Türkiye’nin böyle bir rolü oynama kapasitesinin olup olmadığı, ya da hedef alınan Arap devletleri ya da toplumlarının buna ne derece sıcak baktığı gibi meseleler AKP dış politikası için ancak teferruat sayıldı. Yeni Osmanlıcı politikayı belirleyen nesnel verilerden ziyade Osmanlı geçmişine dair seçmeci ve dolayısıyla çarpık bir algı, ve eski Osmanlı topraklarına ve özellikle de Orta Doğu’ya yönelik genel bir tavır oldu. İşte bu tavrın anlaşılmasında oryantalizm kavramı bir işlev üstlenebilir.
Yeni Osmanlıcılık’ın Arap ülkelerine dönük yüzünde bir tür oryantalizmin izlerini görmek hep mümkün oldu. Arap ülkelerine ve halklarına dönük olumlu gözüken ama aslında küçümseyici nitelikli; Arapları korunması, eğitilmesi ve önderlik edilmesi gereken küçük kardeşler olarak gören bu anlayış kendini ara sıra tedavüle sokulan halifelik hayallerinde ve talip olunan ümmet liderliği pozisyonunda gösteriyor. Bu oryantalizm sıklıkla mezhepçilikle de iç içe geçiyor. Öyle ya, küçük kardeşlerin korunması gerektiği kadar yaramazlık yaptıklarında da (mesela Şii olduklarında) yola getirilmeleri (‘sırat-ı müstakim’) gerekir.
Aslında AKP-Gülen Cemaati koalisyonu bozulana dek, oryantalizme içkin olan ‘vazife-i temdin’i Gülen Cemaati üstlenmişti. Cemaat bu işe AKP’den çok önce başlamış, dünyanın dört bir yanında açtığı okullarla somut adımlar da atmıştı. Kendine geri kalmış toplumları medenileştirme görevi atadığını gizleme gereği bile duymayan Gülen Cemaati’nin düzenlediği Türkçe Olimpiyatları bir anlamda tam bir oryantalist şölendi. Dünyanın farklı yerlerinden gelen ve ‘iyi eğitilen’ gençler Türkçe şarkılar söylüyor, şiirler okuyor, izleyiciler bu medenileştirme görevinin başarısını sevinç ve gurur gözyaşları içinde izliyordu.
AKP ile Cemaat’in yollarının ayrılması ve daha da önemlisi Arap Baharı’nın izlediği seyir nedeniyle Yeni Osmanlıcılık daha doğrudan yayılmacı – askeri bir niteliğe büründü. Libya’dan Suriye’ye, Mısır’dan Irak’a, kimsenin Türkiye’nin kültürel ve ekonomik ağabeylik yapmasını istemediği anlaşılınca AKP çareyi daha doğrudan askeri bir yola sapmakta buldu. Öte yandan, oryantalizm burada da iş başındaydı: güzellikle olmazsa zorla, kültürel yollarla olmazsa askeri yolla medenileştirme.
AKP iktidarı bir süredir hem Irak’ta hem de Suriye’de böyle bir politika izliyor. Halep kırsalındaki cihatçı grupların çökme ihtimali karşısında yaşanan panik, PYD düşmanlığının her şeyden önemli görülmesi de bununla ilinti görülebilir. Türkiye aynı şekilde Irak’ta da denkleme askeri yollardan dahil olmayı denedi; hem Irak’tan hem de Arap dünyasından büyük bir tepkiyle karşılaşınca geri adım atmak zorunda kaldı.
Bu geri çekilmenin taktik bir adım mı olduğu, yoksa stratejik bir değişikliğe mi denk geldiğini kestirmek zor. Ancak Davutoğlu’nun geçen hafta “Eğer Suriye’ye askeri müdahalede bulunursak Arap ülkelerinin bizi savunacağının ve destekleyeceğinin garantisini bize kim verecek?” demesi iktidarın da durumun farkına varmaya başladığını gösteriyor. Kültürel Yeni Osmanlıcılık’ın çöküşünden sonra askeri Yeni Osmanlıcılık’ın da sonuna geliyor olabiliriz. Elbette AKP, Suriye’deki cihatçı-mezhepçi kalkışma tamamen bertaraf edilmeden Arap dünyasına dair hülyalarından tamamen vazgeçmeyecektir. ‘Ilımlı’ cihatçılar ortadan kaldırılırsa en azından Suriye ve Irak’taki statükonun devamı için IŞİD’e bel bağlamak gibi çılgınlıklar bile söz konusu olabilir. Ama ortada tartışılmaz bir gerçek var: ‘Osmanlı oryantalizmi’ bir kez daha krizde…