Geçtiğimiz günlerin önemli olaylarından biri Hollandalı tarihçi Erik-Jan Zürcher’in 2005 yılında dönemin Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’ün elinden aldığı Yüksek Şeref ödülünü iade edeceğini açıklamasıydı. Zürcher iade gerekçesini Türkiye’de son dönemlerde görülen diktatöryel yönetim ve dinselleşme üzerine inşa ederken, yaptığı açıklamada çok dikkat çekici bir bölüm yer alıyordu:
“[AB’ye] üyelik sürecinin Türkiye’deki demokratik güçleri güçlendireceği ve hukukun üstünlüğünün gelişmesini geri döndürülemez bir hale getireceğine dair beklentim ve öngörüm konusunda tamamen yanıldım. Sekülerizm yanlısı Türk dostlarımdan, Erdoğan’ın AB’yi ve üyelik sürecini iç düşmanlarını yok etmek ve İslam’ın toplumdaki rolünü tedricen artırmak için kullandığı yönünde gelen uyarıları ileriyi görmeyen felaket tellallığı olarak değerlendirip görmezden geldim. Ne var ki, ben yanılıyormuşum ve onlar haklıymış.”
Zürcher’in yanıldığını bu kadar açık bir biçimde kabul etmesindeki dürüstlüğün hakkını verdikten sonra, şunu sormamız gerekiyor: Zürcher neden yanıldı?
Zürcher son dönem Osmanlı İmparatorluğu ve erken Cumhuriyet dönemine dair çok önemli çalışmalarıyla tanınan bir sosyal bilimci. “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” isimli kitabı Türkiye siyasal hayatına dair temel eserlerden biri olan tarihçinin, İttihat ve Terakki, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Osmanlı-Türk emek tarihi, Osmanlı ordusu ve askerlik gibi farklı konularda çalışmaları var.
Zürcher’in pek çok çalışması, o alandaki tartışmanın yönünü değiştirecek denli iddialı ve değerli eserler. Örneğin Milli Mücadelede İttihatçılık isimli çalışması, Nutuk eksenli tarihyazımına karşı yöneltilmiş çok önemli bir itiraz ve alternatif bir çerçeve kurma denemesi. Öte yandan, bu kitabında İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinin Milli Mücadele’ye yaptığı önemli katkılara dikkat çeken Zürcher, bir yandan da döneme dair çalışmalara hakim olan bir bakışı yeniden üretir. İttihatçıların ve Kemalistlerin esasen aynı grup olduğunu ve aralarındaki çekişmenin klikler arasında cereyan eden bir çekişme olduğunu ileri süren Zürcher, bu dar İttihatçı-Kemalist zümreyi esasen toplumla bağları olmayan, ağırlıklı olarak askeriye kökenli bürokratlar olarak görür.
Bu, Türkiye modernleşmesi analizlerindeki temel yanılgıyı tekrar etmek anlamına gelir. Buna göre Osmanlı’da ve Türkiye’de modernleşme tepeden inme biçimde, elitler eliyle gerçekleşmiştir. Toplumda modernleştirici dinamikler yoktur, hatta toplumun çoğunluğu modernleşme/Batılılaşma adına yapılan reformlara karşıdır. Bu perspektiften bakılınca döneme damgasını vuran çeşitli ideolojiler ve örgütler arasındaki mücadele de bir tür elitler arası mücadele olarak görülür. Tanzimat reformları, anayasacılık hareketleri, Yeni Osmanlılar, İttihatçılık gibi hareket ve oluşumlar da bu gözlükten analiz edilir.
Velhasıl, bu yaygın bakış açısına göre, Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin temel aktörü dar bir bürokrat-aydın zümresi ve onların kontrolündeki devlettir. Bu bakışın elbette politik sonuçları da vardır. Temel aktör devlet olduğuna göre, bu 150 yılı aşkın dönemde yaşanan sorunların, başarılamayan şeylerin, işlenen suçların asıl sorumlusu da devlet ve ona hükmedenler olacaktır. “Karşı taraf” ise otomatikman aklanacaktır. “Karşı tarafın” kim olduğu, devlet tarafında yer alanların kimler olduğuna göre değişir. Devlet tarafında, bürokrasi, devlet elitleri, silahlı kuvvetler, İttihatçılar, Kemalistler, CHP, kısacası “merkez” yer alırken karşı tarafta toplum, halk, sivil toplum, merkez sağ partiler, otantik burjuvazi, özetle “çevre” yer alır. Hangi grupların, hangi kavramların öne çıkarıldığı araştırmacının kuramsal ve politik tercihine göre şekillenir. Bu tercih ne olursa olsun, belirli bir normatif-politik tercih devlet-toplum ikiliği üzerinden kurulan analizlerin çoğuna içkindir. “Merkez”, tepeden inmeciliğin, otoriterliğin, militarizmin, darbeciliğin yanında görülürken “çevre”, otantiklikle, demokratlıkla, sivillikle özdeşleştirilir. Bu eleştirel görüşün mesela “çevrenin” aktif katılımının aşikâr olduğu 6-7 Eylül Pogromu ve Sivas Katliamı gibi hadiseleri geçiştirmeye çalışması, geçiştiremezse suçu yine devletin içindeki “derin” unsurlara yüklemeye çalışması da bu yüzdendir.
Erik-Jan Zürcher’in devlet-toplum ikiliğine dayanan perspektife körü körüne bağlı olduğunu söylemek haksızlık olur. Örneğin, Zürcher’in toplumsal tarih alanına yaklaşan çalışmalarında bu perspektifin daha geri planda olduğunu, ancak mesela “Savaş, Devrim ve Uluslaşma” adı altında bir araya toplanan ve ağırlıklı olarak siyasal tarih incelemelerinden oluşan çalışmalarındaysa, devlet-toplum ikiliğinin daha belirgin olduğunu görüyoruz.
Güncel siyaset açısından bakıldığında mühim olansa şu: Zürcher’i AKP konusunda yanıltan tam da devlet-toplum ikiliğine dayanan bu tarihsel-politik perspektif. AKP’nin özellikle ilk yıllarında attığı bazı adımlar ve özellikle AB üyelik sürecini canlandırmasının ülkedeki pek çok liberali ve solcuyu heyecanlandırmasının temelinde, toplumdan, “çevre”den gelen bir partiye otomatik olarak açılan kredi yatıyordu. O yıllarda iktidarda CHP olsaydı ve AB yolunda çok daha fazla adım atsaydı, bunun aynı heyecanı uyandırmayacağı açık. Zira AKP’nin ilk yıllarındaki demokratik görünüm, liberal çevrelerin uzun yıllardır yaptığı bir kehanetin doğrulanması demekti. Demokratikleşme “merkez”den değil tam da öngörüldüğü gibi “çevre”den geliyordu.
Bunun böyle olmadığını, AKP’nin halkın herhangi bir kesimini temsil eden bir siyasi partiden çok, yağma amaçlı bir araya gelmiş bir çıkarcı topluluğu olduğunu, mutlak iktidar yolunda da çiğnemeyecekleri demokratik ilke ve teamül olmadığını herkes yaşayarak gördü. “Biz ve onlar” ayrımına dayanan popülist siyasetlerine temel oluşturan siyasal İslamcı ideolojilerine dayanarak, dini toplumsal hayata egemen kılmak için yılmadan çalışacakları inkâr edilemeyecek açıklıkta ortaya çıktı. Bunu Zürcher gibi büyük bir sosyal bilimcinin -geç de olsa- görmesi önemlidir. Belki daha değerli olan, Zürcher’in bunu yaparken lafı eveleyip gevelememesi, kendini temize çıkarmaya çalışmaması ve açıkça “Ben yanıldım; uyaranlar haklıymış” demesidir.
Zira Türkiye’de AKP’ye destek veren çevreler yanlışlarından birer birer dönerken bir türlü bir özeleştiriye yanaşmadılar. Pek çoğu “O zaman da haklıydık, şimdi de haklıydık” gibi akıllara ziyan bir pozisyon alırken bazıları AKP destekçiliğinden karşıtlığına geçişi sessiz sedasız yapmaya çalıştı. Daha kötüleri de var elbette. Mesela ar duygusuyla ilişkisini yıllar önce kesmiş olan Ahmet Altan ise hala bizi Ergenekon diye bir örgütün varlığına inandırmaya çalışıyor. İşte bu ortamda Zürcher’in Türk devletinin verdiği madalyayı iade etmesi ve bunu yaparken gösterdiği ahlaklı tavır daha da önem kazanıyor. Keşke geçmişte AKP’yi şu ya da bu nedenle destekleyenler Zürcher’den feyz alsalar da hiç değilse bu sefer Batı’nın teorisini değil ahlakını almış olsak!