Gezi Direnişiyle birlikte solun gündemine giren tartışma konularından biri de, AKP’ye karşı sokağa çıkan kitlelerin sınıfsal kimliği. Bir tarafta, direnişin bir orta sınıf hareketi olduğu iddiası var. Diğer tarafta, direnişe katılanların büyük çoğunluğunu (bürolarda, plazalarda vb. çalışsalar bile) ücretli emekçilerin, yani işçilerin oluşturduğu iddiası...
İşçi sınıfının Marksist tanımından yola çıkarsak, mesele basit görünebilir.
İster kol emeğini satıyor olsun isterse kafa emeğini, ister madende çalışıyor olsun isterse plazada, ister asgari ücret alıyor olsun isterse birkaç bin lira, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olan herkes, bunu başarsa da başaramasa da (yani belirli bir anda işsiz bile olsa) işçidir. Dolayısıyla, hem Türkiye toplumunun hem de Gezi Direnişine katılanların çoğunluğunu işçilerin ve ailelerinin oluşturduğu kolaylıkla savunulabilir.
Mesele bu sadelikle ele alındığında, şunu kavramak da kolaylaşır: Genişleyen ve sınıf mücadelelerinde daha büyük bir önem kazanan bir orta sınıfla değil, işçi sınıfının yapısındaki ve bileşimindeki değişikliklerle karşı karşıyayız. Teknolojik gelişmeler sonucunda, işçi sınıfının eğitimli ve kafa emeğini satan kesimleri doğal olarak büyüyor. Dahası, bu durum, 21. yüzyılın sosyalist devrimleri açısından önemli olanaklar barındırıyor. Bir köylü toplumundan dünyanın ikinci büyük süper gücünü çıkarabilen sosyalizm, ezici çoğunluğu işçilerin oluşturduğu ve işçiler arasında da eğitimli kesimlerin önemli bir ağırlık sahibi olduğu kapitalist toplumlardan, emperyalist-kapitalist sistemden tümüyle kurtulmanın olanaklarını çıkarma şansına sahip.
Sosyalistlerin bu yalın bakış açısından kesinlikle vazgeçmemesi gerektiği kanısındayım. Yoksa, “Marx’ın dönemindeki işçi sınıfı kalmadı; aslında geleneksel anlamıyla işçi sınıfı da kalmadı; dünyamız emek-sermaye çelişkisiyle açıklanamayacak kadar karmaşıklaştı” deme noktasına kolaylıkla varılabilir. Oysa sınıfın yapısındaki ve bileşimindeki değişimler tam da emek-sermaye çelişkisinin ürünleri. Örneğin, toplumsal işbölümünün çıkar farklılaşmalarına yol açarak işçi sınıfını bölmesi, evrensel bir zorunluluktan değil, burjuvazinin tercihlerinden, daha doğrusu kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanıyor. Yine örneğin, 1000-1500 lira ücret alan bir mühendisin bile kol emekçilerinin karşısına patronun temsilcisi olarak çıkması da, evrensel bir zorunluluğun değil, böyle yapmaması durumunda işini kaybedecek olmasının ürünü.
Dolayısıyla, sosyalistler, işçi sınıfının ortak çıkarlarını öne çıkarmaya çalışmak zorunda.
Ama “mühendis kardeşler, bakın aslında sizin çıkarlarınızla işçi sınıfının diğer kesimlerinin çıkarları aynı” türü şeyler söylemek ya da Gezi Direnişinin aslında/özünde bir işçi sınıfı hareketi olduğunu, emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan ikincil ve üçüncül çelişkiler nedeniyle böylesi bir direnişin patlak verdiğini anlatmak, söylenenler “son çözümlemede” doğru olsa bile, pratikte çok fazla işe yaramayacaktır.
Çünkü işçiler ancak sermaye düzenine karşı mücadele etmeleri ölçüsünde, gerçek bir sınıf durumuna gelebilir. Sermaye düzenine karşı mücadele yoksa, işçi sınıfı değil, yaşayabilmek için birbirleriyle rekabet etmek zorunda olan işçiler vardır. Onlar da, sorulduğunda, kendilerini her şeyden önce “işçi” olarak değil, başka kimlikleriyle tanımlayacaktır...
Bu açıdan bakıldığında, Gezi Direnişinin bir orta sınıf hareketi olduğu iddiası tümüyle yanlış olmaktan çıkar. Direniş sırasında açığa çıkan paylaşımcılık ve dayanışmacılık elbette önemsenmeli. Ama özgürlükçülüğün fazlasıyla belirleyici olduğu direnişe eşitlikçiliğin de aynı ölçüde damga vurduğunu söylemek olanaksız.
AKP’ye karşı sadece ve sadece özgürlükçülük (ve/veya cumhuriyetçilik, laiklik, yurtseverlik vb.) temelinde yürütülecek olan bir mücadele, orta sınıf tepkiselliğinin ötesine geçilmesini sağlayamaz.
Benzer şekilde, bugünkü iktidara karşı yürütülen mücadele, tek başına onun devrilmesi için yürütülen bir mücadele olarak kaldığı sürece, orta sınıf tartışmaları gündemden düşmeyecektir.
Ve eğer gündemimizdeki tek soru, “AKP iktidarını acilen devirmek için hangi toplumsal ve siyasal güçlerle birlikte hareket etmek zorundayız” şeklinde olursa, ortaya çıkacak olan ittifak, işçi sınıfı hareketinin bugünkü zayıflığı nedeniyle, sermaye egemenliğinin sürekliliğini farklı bir yolla sağlama hedefinin ötesine geçemeyecektir. Dahası, böylesi bir ittifak sayesinde kurulabilecek olan bir iktidar, içerideki ve dışarıdaki meşruiyet sorunlarını aşabilmek için emperyalist ülkelerin ve Türkiye burjuvazisinin desteğini almaya çalışacak ve kaçınılmaz olarak işçi düşmanlığı yapacaktır. Örneğin İşçi Partisi’nin “milli birlik” projelerinin herhangi bir başarı şansı olsa, buradan çıkacak en ileri sonuç, kendisini küçük burjuva devrimi zanneden bir burjuva darbesi olurdu.
Bugün (ve herhangi bir vadede) ideolojik açıdan saf bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasını beklemek, daha da büyük bir saçmalık olur elbette. Günün toplumsal muhalefet dinamiklerine sırtını dönen, bunlarla bağ kurma çabasını göstermeyen bir solun işçi sınıfına pek bir hayrı dokunamaz. Ama sosyalist sol, işçi sınıfının ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmesi için, eşitlikçiliği de öne çıkarmak ve temsil etmek zorunda.
Bunun yolu, eşitlikçi siyasal taleplerin ve eşitlikçiliği temel aldığını somut olarak gösteren bir siyaset tarzının güç kazanması için mücadele etmekten geçer.
Bir başka deyişle, orta sınıf tartışmaları, ancak siyasal müdahalelerle aşılabilir.
Ayrıntılarını bir başka yazıda tartışmak üzere...