Omurgamız neyse, oyuz...

80’li yılların ortalarında yeniden bir yasal sosyalist parti kurmaya girişildiğinde tüzüğe, çoğu  kişiye garip gelen bir madde eklenmişti: "Her düzeydeki yönetici organların salt çoğunluğu işçilerden oluşacak." Hem de öyle, bir zamanlar işçilik yapmış olanlardan değil, bizzat üretimde bulunan sahici işçilerden oluşacak. Parti kurucuları ve merkez kurullar için de aynı kural geçerliydi. 

Bu tüzük maddesini -hele kuruluş aşamasında- aşırı bulanlar olmuştu. Taşrada il ve ilçe örgütlerini kurmaya giden arkadaşlardan çok şikâyet gelirdi: “30 kişiyi örgütledik, bu madde yüzünden il başvurusunu yapamıyoruz.” Geri adım atılmamıştı: “Gidin 4 tane işçi örgütleyin, 7 kişilik il yönetimini oluşturun.” 

Bu madde keskin ve acılı bir deneyimden kaynaklanıyordu. 12 Eylül karanlığını yırtmaya çalışıp yeniden örgütlenme çalışmalarına başlandığında ilk olarak eski bildik aydın, öğrenci arkadaşlara gidilmişti. Bir bölümü okullarını bitirip meslek sahibi olmuş, bir bölümü de o dönemin yeni palazlanan reklamcılık, videoculuk, barcılık, pansiyonculuk gibi sektörlere küçük girişimciler olarak dalmışlardı. 

“Okulu bitirmeme az kaldı”, “Yüksek lisans için yurtdışına gideceğim”, “Doktoramı vereceğim”, “Yeni evlendim, eşim karşı çıkar”, “Zor iş buldum, şimdi atılmayayım”, “Şirketi yeni kurduk, hele şu işi bir toparlayayım”, “Ben çok çektim, biraz geri durayım”, falan filan... 

Pek çok anlı şanlı eski MK üyesi, yazar-çizer takımı, mangalda kül bırakmayan eski gençlik liderleri kurucu olmaktan, örgüt kurmaktan bin bir bahaneyle yan çizmişlerdi. 

Darbe öncesinin hırgüründe kenarda kalmış, 12 Eylül sonrası örgütünü yitirdiğinde fabrikasında ekmek mücadelesine devam etmiş işçi arkadaşlara gittiğimizde ise, “nerde kaldınız” diye sitem ettikten sonra, daha ağzımızı açmadan neden geldiğimizi anlamış ve kurucu olmak için nüfus kâğıtlarını vermişlerdi. 

İşte daha sonra İşçi Partisi adını alacak olan Sosyalist Parti, devrimci onurunu yitirmemiş bir avuç sosyalist aydın ile bu işçi arkadaşların omuzlarında yükselmiştir. Ve o madde de bu büyük ders sonucu tüzüğe konulmuştur. Eminim, diğer sosyalist kuruluşlar da benzer deneyimlerden geçmişlerdir. 

Bu yeniden kuruluşa önderlik eden işçi arkadaşlar, sonraları 89 Bahar eylemlerinin ve büyük Zonguldak-Ankara madenci yürüyüşünün liderleri olmuşlardır. Sosyalizmin onurunu 12 Eylül karanlığı içinden çekip kurtaranlar en başta onlardır. 

Hoş, sonraları bu tüzük maddesi törpülene törpülene yok oldu gitti. Önce “memurlar da işçidir” diye sulandırıldı, sonra “hayatının bir döneminde işçilik yapmış herkesi işçi sayalım” dendi, sonra “parti profesyonelleri de işçi statüsündedir” diye iş çığırından çıkarıldı (hepimiz birdenbire işçi oluverdik!); en sonunda da tüzükten buharlaştı. 

Bu süreçte hepimizin (bizim gibi sosyalist aydınların) büyük suçu vardır. Hep “olmuş” sanıyoruz kendimizi! Kendi öznel dünyalarımızda o kadar “önemli” işlerle uğraşıyoruz, olgulardan kopup öyle sanallıklar kuruyoruz ki, özlediğimiz o hedefleri gerçekleştirebilmek için vazgeçilmez olan temel kriterleri göz ardı edebiliyoruz. Oysa yere serildiğimizde bizi kaldıracak olan da, hayaller peşinde koştuğumuzda frene basacak olan da o işçi omurgasıdır. 

Marx boşuna dememiş, “benim tek buluşum bu işi proletaryanın yapacağıdır, gerisi boş laftır” diye. Lenin de, hasta yatağından parti kongresine yazdığı mektupta, Stalin-Troçki çekişmesinin parti için tehlikeli olacağını sezip son bir çare olarak 50 kadar “alt tabakadan” işçinin merkez komitesine alınmasını önermişti (Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar / 23 Aralık 1922 - 2 Mart 1923, Ekim Yayınları, Ekim 1977).

İddia ediyorum: O işçi omurgası korunsaydı, hiçbir güç, sosyalist bir partinin programındaki sosyalizm maddesini sulandırıp milliyetçiliği sokuşturamazdı. Daha taze bir örnek: Eğer ciddi bir proleter omurgaya sahip olsaydı, hiçbir güç, hiçbir aydın kibri TKP’yi kabak gibi ikiye bölemezdi. 

***

Bu deneyimi neden mi aktardım? 

Büyük tehlikelerden ve fırsatlardan, cephelerden, odaklardan söz ettiğimiz şu günlerde en temel meseleyi göz ardı etmeyelim diye... 

Eğer bir işçi sınıfı omurgasına sahip değilsek, hiçbir tehlikeyi göğüsleyemez ve hiçbir fırsatı değerlendiremeyiz; polisle çelik çomak oynamaktan veya bol sosyalizm soslu açıklamalar yapmaktan öteye geçemeyiz. İki kere iki dörttür bu. Defalarca kanıtlanmış bir toplumsal yasadır. 

Omurgamız neyse, oyuz. Bugün sosyalist örgütlerin hemen hemen hepsinin tabanı klasik tanımlamayla “kentli küçük burjuvazi” diye nitelenebilecek kesimlerden oluşuyor. Bir bölümünde üniversite öğrencileri, küçük işletme sahipleri, küçük burjuvazinin biraz daha hallice kesimi diyebileceğimiz meslek sahibi insanlar, beyaz yakalılar, aydınlar ağırlıkta. Bir bölümünde ise işsizler, yarı-işsizler, hatta “lümpen proletarya” diye nitelenenler daha yoğun (Üstelik bu kesimlerin de oldukça küçük bir yüzdesinde etkiliyiz). Bu durum örgütlenme tarzımıza, eylem biçimlerimize, politikalarımıza, hatta ideolojimize bile yansıyor; belirliyor. 

Bu tablodan belki protesto, direniş çıkar, müzmin muhalefet çıkar, bolca “şerefli yenilgi” çıkar; ama devrim ve iktidar çıkmaz. Sosyalist devrim ise hiç çıkmaz. 

Her türlü itin uğursuzun at oynattığı, gericiliğin, tarikatçılığın, etnikçiliğin, milliyetçiliğin kol gezdiği işçi yataklarına girmenin ve örgütlenmenin, buralarda kıran kırana mücadele etmenin yollarını bulamadığımız sürece, daha işin en başındayız demektir. 

Sosyalizmin güncelliğine en fazla vurgu yapan arkadaşların, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye herkesten fazla önem vermesi beklenir. Ama nedense durum tam tersidir. Bu yaman çelişki de bir başka yazının konusu olsun.