“Ödüllendirilmek bir yargıcın mülkü olmaktır”
John Berger’in -olağan şüpheli, “Görme Biçimleri” olsa da- şimdi hangi kitabında yer aldığını tam hatırlayamadığım bu sözü, “ödül konusu”ndaki en sağlam, en esaslı yaklaşımlardan biri gibi gelmiştir bana. Biraz değiştirip dönüştürdüğüm yahut türevini aldığım da olmuştur; “Ödüllendirilmek bu sistemin yargıçlarının mülkü olmaktır” vb. diye.
Ödül mekanizmasını gayet iyi açıklayan bir tespit kanımca. Belki de bir tür kolaycılık var bu sözü sahiplenmemin arkasında: “Adam güzelce, tek cümlede özetlemiş işte, daha ne uğraşıyorsunuz bu meseleyle? Ödüllendirilmek bir yargıcın mülkü olmaktır işte. Nokta.”
Neden mi tutuyorum peki bu sözü? En önemlisi, “mülkiyet ilişkileri”ne de dikkat çeken, eskilerin deyimiyle “meselenin künhüne işaret eden”, Marksizan (Marksist etkiler barındıran ama tam da Marksist olmayan!) bir tespitmiş gibi geliyor bana. Öyle bir “havası” var ya da. Sonuçta, ödül verme mekanizmasında suyun başını “jüri” adı verilen birtakım “yargıçlar” ve de onların temsil ettiği “yargı sistemi” tutuyor. Bu sistem, kişi ya da kişiler; ödül bahşettikleri kişi üzerinde bir anlamda egemenlik kuruyor, onu “mülklerine geçiriyor”lar. Ödüllendirilen, bir yargıcın ve onların temsil ettiği sisteminin mülkü oluyor; bu kadar basit işte!
Bu Marksizan bakışın yanı sıra, onun “özgürlükçülüğe” varan ruhunu da içeren, “anarşizan bir bakış” ya da yaklaşımdan da söz edebiliriz sanırım ödül konusunda. Nobel ödülü dendiğinde Jean Paul Sartre, bizim ülkemizde ise Leyla Erbil bu yaklaşımın öne çıkan isimleri arasında sayılabilir, yine zannımca.
Bilindiği gibi, Sartre, yargıçlar tarafından kendisine bahşedildiği hâlde, en büyük ve prestijli ödüllerden biri olarak kabul edilen Nobel edebiyat ödülünü reddeden ilk ve şimdilik tek kişidir (Boris Pasternak’ın, ödülü “alamaz” durumda olmasından gayrı). 1964 yılında kendisine verilen bu ödülü reddetme nedenlerine dair spekülasyon çok. Kendisinin öne çıkan gerekçesi, sadece Jean Paul Sartre olarak eserleriyle anılmak istediği, Nobel ödüllü yazar Sartre olarak anılmayı tercih etmediği yönünde. Bunun bir yandan “kısıtlayıcı”, diğer yandan “bağlayıcı” olacağını düşünüyor. Kendisi için olduğu gibi, örneğin siyasi aktiviteleri nedeniyle Nobel’e de zararları olabileceğini, durduk yere karşılıklı “bağlayıcı” bir konuma geçeceklerini vurguluyor.
Sartre, bir bakıma bireysel özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, bunun yanında sadece bir edebiyatçı olarak değil, felsefeci ve aktivist olarak da öne çıkmak istemesine aykırı görüyor böyle bir ödülü. [Zamanımızın (yer yer “kirli”, yer yer “etkili”) bilgi kaynaklarından ekşi sözlük’ün “sartre’ın nobel ödülünü reddetmesi” maddesinin 7. “entry”sinde, “niçin reddettim” başlıklı bir buçuk sayfalık bir gerekçelendirme metni de mevcut; dileyen gidip ayrıntısıyla oradan bakabilir, okuyabilir! ]
Bizim Leyla Erbil’imiz ise her kitabının başına “reddiyeci” bir not düşerek gösteriyor ödül karşıtı tavrını. Mealen, “Bu kitap, yurtiçinde veya yurtdışında hiçbir ödüle aday değildir ve aday gösterilemez” türünden bir “erken uyarı ve itiraz sistemi” diyebiliriz buna. Türkiye’de elini sallasan ödüle denk gelebilecek bir “yazın ortamı” olduğu, ahbap çavuş ilişkilerinin çoğu ödülde belirleyici bir yeri olduğu, aynı zamanda farklı farklı ödüllerin jürisinde hemen hemen hep aynı kişilerin/yargıçların yer aldığı ve bu kişilerin başvuran o kadar eseri belirtilen sürede okuyup değerlendiremeyecekleri düşünüldüğünde, epey yerinde bir karar/tavır olduğu söylenebilir. (Meselenin sonuncu kısmıyla ilgili olarak, “insanbu” sitesinde, yaklaşık iki sene önce Taylan Kara’nın başlattığı ve özellikle Doğan Hızlan özelinde yoğunlaştırdığı “ödül tartışmaları”na bakılabilir.)
Bir şekilde yerinde bulduğumuz tavırlar bunlar. Marksizan ve anarşizan tavırları kim yerinde bulmaz, sevmez ki zaten!
Şimdilerde, en son Nobel edebiyat ödülüne değer görülen şarkıcı/besteci/ozan Bob Dylan’dan da böyle bir “anarşizan çıkış” bekleyenlerin sayısı epey fazla. Bu satırlar yazılırken, 24 Ekim 2016 tarihi itibarıyla, durum henüz netleşmemişti. Dylan Bey, henüz telefonlara çıkmıyor, “bilinmezler”i oynuyor ve jüri üyelerinin “kibirli, nezaketsiz” gibi ithamlarıyla karşılaşıyordu. Ancak ödülü de henüz reddetmiş, açık bir tavır koymuş değildi. Şimdilik onu yok sayıyor, ihmal ediyor, “görmemeyi tercih ediyor(du)” galiba.
Belki de, çeşitli edebî/siyasi tartışmalara konu olmuş, çok sevdiğimiz Herman Melville kahramanı “Kâtip Bartleby” gibi hareket ediyordur, kim bilir. Onun, farklı vesilelerle gündeme getirilen “itaatsizliği”ne uygun hareket ediyor, Bartleby’ın “yapmamayı tercih etmesi” gibi, o da ödülü “görmemeyi tercih ediyor”dur. Görmezden geliyordur.
Ya da “Bana ne sizin ödülünüzden kardeşim, kaç yaşına gelmişim, kaç yüz şarkı ve şiir yazmışım… şarkılarım milyonların dilinde dolaşmış, yüzlerce barış etkinliğinde söylenmiş, kaç kuşak insana ulaşmış, 7’den 70’e insanlar bir araya gelmiş ‘Cevabı dostum, rüzgârda bunun’ (‘Blowin in the wind’) diye terennüm etmiş… şimdi yapacak üç, beş bestem, yazacak bir, iki şiirim daha var, kısacası işim gücüm var, dünya kadar da param var, rahat bırakın beni” diyesi. Bilemiyoruz ki! (**)
Tavırlar, mesafeler, mülkiyet ilişkileri falan iyi de, hiç mi iyi bir yanı yok bu ödüllerin peki? Olmaz mı? Özellikle genç yazarlara, yeni yapıtlara dönük düşündüğümüzde, ödüllerin, onları cesaretlendirme, geliştirme yönünde belli katkıları olabiliyor tabii ki. Anısına ödül konan yazarın mirasına uygun bir yapıtın seçilmesi, mirasın tarihten güncelliğe taşınmasına katkıda da bulunabiliyor. Hatta yeni yazar, kalibresine bağlı olarak, o mirası daha ileri taşıyabiliyor, geliştirebiliyor.
Ama Nobel onlardan değil tabii ki. Birincisi, bir dinamitçinin mirasını geliştirmek edebiyatçılara pek de yakışacak bir şey değildir herhâlde. İkincisi, “en büyük, en prestijli, parası da en yüksek olan ödül” olması dolayısıyla, gençleri cesaretlendirmeye değil, yaşını başını almış, onlarca eser kaleme almış yazarları onurlandırmaya çalışıyor. Onlara dikkat çekiyor.
Bu arada Nobel jürisinin aldığı kararların siyasi yönü de sık sık tartışılıyor. Özellikle dünyanın iki kutuplu olduğu yıllarda, sosyalist kutba karşı belli yazarların bilhassa seçildiği vb. hep tartışıldı. Araya küçük bir parantez açacak olursak, bizde Orhan Pamuk’un ödülü aldığı yıl da bu “siyasi yön” yeterince tartışıldı mesela! Pamuk’un belli edebî başarılarının yanı sıra, özünde “iyi bir pazarlamacı” olarak ve “zamanın ruhu”na uygun bazı siyasi söylemleri de bu “pazarlamacı mantığı”na iyice yedirerek yahut eklemleyerek ödüle uzanabildiğini düşünenlerdenim. Bu da bir başarıdır! [Bu konuda da Kaan Arslanoğlu, Nihat Ateş, Ergin Yıldızoğlu’yla birlikte “Beşinci Sanattan Beşinci Kola” (İthaki) adlı bir kitaba katkıda bulunmuştum, oradaki tartışmayı burada tekrar etmenin gereği yok sanırım.]
Hazır parantez açmışken, benim ilgimi çeken konulardan bir diğeri de, ödül jürisinin “ödülü verme gerekçesi”ni açıklarken kullandığı tumturaklı sözler yahut retoriği gülünçlüğe varacak derecedeki garip söylemlerdir. [Bu konuyla da “B*ktan Kitap”ta (Yordam Kitap) dalgamı bulmaya çalışmıştım, yine tekrar etmeyelim.]
Tam bu noktada, parantezleri kapatıp, Bob Dylan’a tekrar dönebiliriz. Onun bu ödüllerin ödülüne neden layık görüldüğünün, Nobel jürisince gerekçelendirilmesi de şöyle: “Yazdığı şarkı sözleriyle Amerikan şarkı geleneğine yeni bir şiirsel anlam kattığı için…”
Nobel jürisi, işbu gerekçeyle, iyi bir ozana ve şarkıcıya “dikkat çekti” özetle. “Ödüllerin hiç iyi bir tarafı yok mu yani” diye sorgularken, son olarak belirttiğimiz gibi, böyle güzel bir tarafları da var: Dikkat çekiyorlar…
Böylece, hiç gündemimizde yokken, dikkatlerimiz Bob Dylan’da yoğunlaştı. Hemen taraflaşmalar başladı. Ödülü almasını “normal” karşılayanlar, “garip” bulanlar ve “şiddetle itiraz edenler”… Şiddete gerek yok hâlbuki, şurada barış şarkıları söyleyeceğiz!
Kendi adıma, “normal” karşılayanlardanım. Zira yıllardır bu ozan/bestecinin şiirlerini ve şarkılarını, onların iç içe geçmiş hâllerini terennüm ederim, iyi bir ozan olduğu kanaatindeyim. İyi!
Aynı kanaate Leonard Cohen için de sahibim mesela. İkisi de “şarkı sözünün öne çıktığı müzikal evren” içerisinde, en güçlü ozanlar arasında yer alırlar kanaatimce. (***)
Tüm bir şarkı geleneği olarak bakıldığında ise, şiirleri/sözleri bu iki ozan kadar sağlam olmasa da, şarkılarıyla şiirlerini harmanlayarak çok başarılı işler yapan diğer isimler arasında Neil Young, Paul Simon gibi başka besteci/güftecileri de sayabilirim. Aklıma “Piano Man” gelir, tutar Billy Joel’i eklerim; aklıma oğlunun kaybının ardından yazdıkları ve besteledikleri gelir Nick Cave’i eklerim… Ve çok daha önemlisi, eskilerden ve radikallerden, avangart müzikle iç içe projelere imza atan Ishmael Reed’in, Robert Wyatt’ın yahut Amiri Baraka’nın neyi eksik derim, onları da eklerim… Sonra Joni Mitchell’a giderim, Frank Zappa’ya giderim, eklerim de eklerim… Hepsi iyi! Bob Dylan, aralarından (en iyisi değil belki ama) en bilineni…
İyi ama yeterli mi? Onu bilemem. Ama şurası kesin, bu iyi ozanlar, asla birer Nâzım Hikmet, Pablo Neruda, Yannis Ritsos yahut Mahmud Derviş değiller. Dünyanın büyük ozan geleneğiyle mukayese etmek abesle iştigal olur. O şarkı sözleri, ilgili bestelerden bağımsız olarak ne kadar şiir değeri taşıyor, başlı başına tartışmalı bir konu. Lakin Nobel jürisinin de -özellikle son iki seneye baktığımızda- bu türden dertleri yahut kriterleri olduğu söylenemez pek!
Son iki yıldır, asıl gündemleri başka bir şeye “dikkat çekmek” galiba. Tabii böylece kendileri de daha çok “dikkat çekmiş”, daha çok gündemde kalmış ve tartışılmış oluyor, o başka!
Dikkat çekmek istedikleri konu ise şu: Sanatta sınırların belirsizleşmesi yahut geçişkenliği… Türlerarasılık, edebiyatın başka sanat dallarıyla ilişkisi içerisinde başkalaşması, öbürsüleşme, “şiir asla şiir değildir” türünden değerlendirmeler vb. vb. de eklenebilir buna. Yani bu jüri, Haruki Murakami, Philip Roth, Adonis, DeLillo, Paul Auster, Ursula K. Le Guin, (ve tanımasam da) Thiong’o gibi romancı ve şairler ödüle aday başlıca isimler arasında sayılırken, hatta “bahis siteleri”nde birbiriyle yarıştırılır iken, bir edebiyat ödülü için doğal olarak hiç adı geçmeyen Bob Dylan’ı seçerek, “Mesele romanda ya da şiirde değil, türler arası geçişkenlikte, ben de artık şarkı söylemek istiyorum” gibi bir şeyler dedi sanki!
Geçen yıl ödülü bir gazeteci olan Beyaz Rusyalı Svetlana Aleksiyeviç’e verdikten sonra, bu yıl şarkıcı/besteci yönü çok çok daha iyi bilinen bir ozanda karar kılarak epey bir “dikkat çekmiş” oldular böylece… O yüzden en az Bob Dylan kadar tebrik edilmeyi hak ediyorlar!
Neticede, ödülü verseniz de veremeseniz de, alsanız da almamayı tercih etseniz de, paracıklarınıza yeni paracıklar katsanız da katamasanız da, hatta yeni ve dikkat çekici çıkışlar gerçekleştirseniz de gerçekleştiremeseniz de… şimdilik bu böyle gider. Maksat, “mülk edinme sistemi” devam edip gitsin zaten, öyle değil mi?
Peki, işbu sistem dâhilinde, bahis sitelerinde Bob Dylan’a oynayıp köşeyi dönen birileri de olmuş mudur acaba şimdi?..
---
(*) İlk olarak Mesele dergisinin 119. (Kasım 2016’da) sayısında yayınlanan bu yazıda, gözden geçirme sırasında, küçük değişiklikler yapılmıştır.
(**) Sonradan bu bilinmezlik bir miktar ortadan kalktı tabii. Dylan, ödülü “keskin bir anarşizan tavır”la reddetmedi ama “yarı umursamaz” tavrını sürdürdü ve programını bozup, ödülü almaya gitmedi.
(***) Cohen de, bu yazı kaleme alındıktan sonra, 7 Kasım 2016 tarihinde aramızdan ayrıldı maalesef. Neyse ki şarkıları ve şiirleri burada!