Sümeyye Erdoğan’a suikast planı yalanını ortaya atmak için imal edilen düzmece Twitter yazışmaları 20 Şubat’ta Star, Akşam ve Güneş gazetelerinde yayımlandı... Kabataş yalanını desteklemek için imal edilen düzmece fotoğraf 11 Mart’ta Sabah gazetesinde yayımlandı...
Son olarak, Fethullah Gülen’in mason olduğunu savunmak için imal edilen düzmece belgeler, 30 Mart tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayımlandı. Üstelik, birinci sayfanın tamamını kaplayacak şekilde...
İşin ilginç yanı, bu “belge”lerin düzmece olduğunu anlamanın hiç de zor olmaması.
Örneğin, son yayımlanan “belge”lerde, Fethullah Gülen’in ismi ısrarla “Fetullah” şeklinde yazılmış, bunlar sarartılırken bazı harflerin içleri beyaz kalmış, neredeyse hepsinde aynı tür “leke”ler kullanılmış, olması gereken imzalar eksik bırakılmış, ismi değişen bir kurumun eski ismi kullanılmış vb.
Bu “beceriksizlik” neyle açıklanabilir?
Birinci ve en zayıf ihtimal, düzmece belge üretmek konusunda görece daha başarılı olan cemaatçi kadroların tasfiye edilmesinden sonra, elde nitelikli kadro kalmamış olması.
İkinci ihtimal, bunları üreten kişilerin gelecekte konuşabilecekleri korkusuyla, sadece, en güvenilir, en az sayıda ve yetenekleri sınırlı kişilerin kullanılıyor olması.
Üçüncü ihtimal, üretilen belgelerin düzmece olduklarının hemen anlaşılmasından rahatsızlık duyulmuyor ve hatta bunun özellikle tercih ediliyor olması.
Kuşkusuz, en güçlü ihtimal, üçüncüsü...
Kanımca, bunun birden fazla nedeni var.
Birincisi, AKP seçmenlerinin önemli bir bölümünün, belgelerin gerçekliğini sorgulamak ve tartışmak yerine, iddiaları doğru kabul edeceği ya da en azından doğru kabul ediyormuş gibi yapacağı düşünülüyor olsa gerek. Ne de olsa, aynı seçmenler, yolsuzlukları ve bunlar hakkında söylenen yalanları da pek fazla umursamaz göründü.
İkincisi, apaçık yalanları savunma suçuna ortak edilen kişilerin sayısını artırarak, bunların iktidardan uzaklaşmasını zorlaştırma hesabı yapılıyor olsa gerek. Herhalde, yandaş gazetelerin her birine ayrı ayrı düzmece belgelerin yayımlatılması boşuna değil. Bu gazetelerin sadece yöneticileri ve yalanları açıkça savunan yazarları değil, düzmece belgeler yayımlayan gazetelerde yazmaya devam eden tüm yazarları, her tür kişisel onurdan arındırılmış oluyor!
Üçüncüsü, devletin en tepesinden başlayarak bu kadar çok sayıda insanın bile bile ve gürültülü bir şekilde yalan söylemesinin ve buna rağmen güçlü kalmalarının, toplumun geri kalanını yılgınlığa sürükleyebileceğine inanılıyor olsa gerek.
Toplumun geri kalanı olarak bizim açımızdan bakıldığında, avutucu olan şey şu: Aptal yerine koyulmuyoruz. Yalan söylerken, bunu fark edeceğimizi daha baştan biliyorlar!
Yalanların açığa çıkmasının hiçbir şeyi değiştirmediğini göre göre, sonunda bu durumu kabullenmemiz umuluyor. Yandaş gazetelerin yazarları kadar olmasa bile, onurumuzdan da şu ya da bu ölçüde vazgeçerek elbette...
Nedenler hakkında ek analizler yapılabilir. Ama sonuç değişmiyor: Bilerek ve dahası bildiklerinin bilindiğini de bilerek yalan söyleyenler tarafından yönetilen bir ülkeyiz.
Büyüklü küçüklü her tür yalanı kolaylıkla söyleyebiliyorlar. Örneğin, milyarlarca liraya kaçak bir saray inşa ettirirken, bunun “başbakanlık”a ait olacağını iddia ediyorlar. Bu sarayda “sade” bir yaşam sürüldüğü haberleri yaptırıyorlar.
Neyse ki, yılgınlığa yol açamıyorlar.
Kabataş yalancıları, “lince” uğradıklarını savunurken, gerçekte, beklemedikleri bir toplumsal tepkiyle karşılaşmanın sıkıntısını yansıtıyor.
Sarayda “sade” bir yaşam sürüldüğü iddiası sadece alay konusu olabiliyor.
İnsanlık onuru direniyor.