Obama, IŞİD’e karşı savaş ilan ettiğinde, pek çok yerden bir ağızda “Suriye’ye saldıracak” dediler. Hayır, Amerika’nın gücü buna elvermiyordu; yarattığı İslamcı ordusu ve destekleyicileriyle Suriye savaşını kazanamadığını, Esad’ı indiremeyeceğini görmüştü. Hayır, Suriye’ye saldırı değil, Amerika’nın Ortadoğu’daki iddiasını koruma amacıyla başlattığı yeni bir uzun savaş geliyor dedik; ayrıntılarını sürecin başından bu yana bu sitede irdeledik, burada tekrarlayacak yer bulunmuyor. Ancak şu iki noktaya dikkat çekiyorduk: Uzun savaş bir de-islamizasyon rüzgarıyla birlikte geliyor; öncelikli hedef Esad olmaktan çıkıyor; Amerika bu süreçte kendi safına çekidüzen vermeyi umuyor; başta Kürtler olmak üzere yeni ittifaklar, yeni ve daha modern ordular arıyor ve IŞİD’i gördüğü her yerde bitirmek üzere vurmak yerine, Amerikan yardımını bölge güçlerini bu yolda “terbiye etmek” için kullanmaya çalışıyor. Şimdi, uzun savaş içinde Musul savaşının başlangıç işaretleri verilirken tüm bu vektörleri bir kez daha yakından görebiliyoruz ve Amerika’nın Musul savaşı, genel olarak bölgenin geleceğini ve özelde Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Yalçın Küçük, Çıkış kitabında “Oyunların Sonu mu?” başlıklı yazıma yer verme inceliği gösterdi. Davutoğlu’nun “Musul’un istikrarı tarihi bir misyondur”, Barzani’ninse “Musul’u bırakmayız” açıklamaları yaptığı bugünlerde, uzunca da olsa, bir kısmını buraya almayı gerekli görüyorum:
“IŞİD, büyük savaşına, Musul’u alarak başladı ve bu incelemeyi yazmaya başladığım sırada ikinci kez Kerkük kapısına dayanmıştı. Maliki, Barzani’yi IŞİD’e Musul kapılarını açmakla suçlamaktadır.
“Açtı mı, Maliki’nin söylediği gibi Musul’daki Irak askerlerine, IŞİD’in kendilerine değil, Maliki’ye karşı olduğu propagandası yaptıysa, en azından denediğini kabul edebiliriz. Amerika artık sadece meczuplarla çalışabiliyor ve Barzani, bir meczup misali, herhalde Musul ile Kerkük’ün kendisine kalacağı hesapları yapmaktadır.
“... On dokuzuncu yüzyılda Mısır, şeklen Türk egemenliğinde olmakla birlikte Hidiv sisteminde aslında İngiltere yönetimindedir. Şimdi ise Irak içinde, şeklen Bağdat’a ve aslen Amerika’ya bağlı de facto bir Kürt devleti kuruyorlar... Ancak bu politikanın içinde Musul’un Kürtlere verilmesi yoktur ve Kürtlere bahşedilen güçlü bir federasyon değil, Amerikan askerliğidir.”
Türkifikasyon’dan detürkifikasyon’a
1926’da Musul’u vermiş ve “türkifikasyon özgürlüğü” almıştık; Şeyh Sait ile Musul anlaşması pek yakın tarihtedir. Musul’u İngilizlere verdik; karşılığında Türkiye Kürtlerinin türkifikasyonunu, “türkleştirilmesini” aldık. Emperyalist cephe, Bolşevizm’in yayılmasını engelleyecek bir “tampon” arayışı içindeydi ve 1926’da Amerikan raporları Kürtler ile Ermenilerin devlet yönetme tecrübesine ve mevcut durumda yetisine sahip olmadıklarını, bir Kürdistan ya da Ermenistan’ın ayakta kalmasının pek güç olduğunu kabul ediyordu. Aranan tampon Türkiye olunca, İngiltere Musul’u aldı ve Şeyh Sait’i bastırırken Türklere karışmadı.
Şimdi Amerika, Musul benimdir, diyor. Bu kez, emperyal devletlerin Türk egemenlerine uygun gördüğü, Kürtlerin de-türkifikasyonu’dur; tampon işlevini yitirmiş Türkiye’ye ise Diyarbakır da fazladır. 2014 yazında Netanyahu, The Guardian’a Kürdistan’a İsrail’in talip olduğunu açıklıyor ve şöyle diyordu: “We should support the Kurdish aspiration for independence, a nation of fighters who have proved political commitment and are worthy of independence.” Netanyahu, “Kürtlerin bağımsızlığını desteklemeliyiz,” ve “Kürtler siyasal olarak İsrail cephesine siyasal bağlılıklarını kanıtladılar,” diyordu... İsrail’in Türk egemenleriyle ilişkisinin bir metres ilişkisi olduğu sıklıkla söylenir; ancak islamizasyonla kirlenen coğrafyamızda artık metres ilişkisi dahi fazla modern kalıyor ve İsrail, Kürtleri haremine dahil etmek ister gibi konuşmaktadır. Peki ama nasıl olacak, bu Kürdistan nasıl ayakta kalacak; İsrail ya da Amerikan ordusu doğrudan koruyamayacaksa, bir harem ağası şarttır. Demek, metreslikten harem ağalığına terfi var; ancak harem ağalarının kendi iktidarları yoktur ve haremin kimin olduğunu unutmamaları elzemdir.
Yalçın Küçük yıllardır, “Musul’u almazsanız Diyarbakır’ı verirsiniz” diyor, ve göz göre göre veriyoruz, bedava. İlker Başbuğ, 2007’de Harp Okulu konuşmasında “Asıl tehdit Kuzey Irak’tır, Kürt kökenli vatandaşlarımız için çekim merkezi olacaktır” dediğinde Genelkurmay’ın Yalçın Küçük’ün sözlerini doğru kabul ettiğini ortaya koymuş oluyordu. Ancak uzun sürmedi, 2009’a gelindiğinde aynı Başbuğ’un, Mehmet Ali Birand’ın diliyle “Barzani boykotunu yumuşattığını ve yakın dönemde Barzani ekibiyle görüşme sürecini açacağını” öğreniyorduk. CIA eski şeflerinden Henri Barkey’in, Türkiye’nin “açılıma” 2007’ye kadar hazır olmadığını çünkü TSK’nın henüz “yenilmemiş” olduğu tespiti buraya oturmaktadır. TSK, 2007 yılında Ergenekon davası ile başlayan süreçte, gene Barkey’in sözleriyle “kafeslendi” ve Türk Silahlı Kuvvetleri bugün, hiçbir itirazlarını görmediğimiz tezkere gereğince artık peşmergenin güvenliğini sağlıyor; Amerikanca, “cherry on top” diyoruz.
Kürdifikasyon değil Barzanileştirme
PKK savaşı bir de-türkifikasyon savaşı oldu. Evren, her politikasıyla, PKK’ya asker topladı; 90’lı yıllar, devamıdır. AKP’sinden muhalefetine, medyasından yüksek komutanlığına “çözüm” dedikleri süreç ise de-türkifikasyonu bir başka aşamaya taşıyor. Ancak buna kürdifikasyon da diyemiyoruz; “süreç”, islamizasyon ile Amerika-İsrail taşeronluğu getirmek için yürütülmektedir; bu anlamda Barzanileştirme demek yerindedir.
Suriye ve Türkiye Kürtlerinin “Barzanileştirilmesi”, kuşkusuz öyle kolay bir iş değil. Kürt hareketini yakından takip edenler, Amerika’nın birinci Irak savaşı sırasında PKK-Vejin ve Mehmet Şener vakasını bilirler. O dönemde de, PKK ile Barzani’nin birleşerek bir halk isyanı düzenlenmeleri, netlikle, ortaya atılmıştı; böylece hem Saddam ortadan kaldırılmış olacak hem de Kürt bağımsızlığı sağlanacaktı. Öcalan’ın karşı çıktığını ve “vakanın” Şener’in öldürülmesi ile sona erdiğini hatırlıyoruz.
Bu kez, KCK iddianamesinden okuyoruz, “09.06.2010 tarihli Avukatlar ile yaptığı görüşmede sonrasında Avukatlar tarafından düzenlenen Görüşme Notlarında” Öcalan’ın değerlendirmesidir: “İsrail bu bölgede Kürtlersiz yaşayamaz, boğulur. Bunun için on yıldır bir proje peşindedir. Güney’de küçük bir ulus-devleti kurduruyor, buna ihtiyaç duyuyor.” Öcalan Irak Kürtlerinden, Barzani’den bahsediyor. Devam ediyoruz, iddianamenin 665. sayfasından olduğu gibi aktarıyorum; avukatların Öcalan’dan “Suriye’de Kürtlere belirli hakların tanınması ve bazı belediyelerin verilmesi durumunda, Esad rejimini destekleyecekleri ve bu konunun Esad’a yazılı ve sözlü iletilmesi talimatını aldıkları” yazıyor. Bu “suçlama” iddianamenin çeşitli yerlerinde tekrarlanıyor. Esad’ın Kürtlere sırtını dönmesi durumunda, Öcalan’ın “muhalif” hareketin içinde yer alabileceği de not düşülüyor.
Esad Kürtlere sırtını dönmedi; ancak Amerika, Ortadoğu’da kalıcı olma iddiası taşıyacaksa, Türkiye ve Suriye Kürtlerini “muhalif” harekete katmak zorunda. Bunun bir ayağı olarak Türkiye’deki açılım sürecini kullandığını biliyoruz; kimilerinin “ulusal hareketin doğası” olarak “normal” gördüğü açılım/pazarlık süreci, emperyalizmin programıdır ve “normal” görenler de bunu “normal” görüyor, hatırlatarak geçiyoruz. Amerika, PYD ile Barzani’yi “birleştirmeyi” ise sayısız kez, sayısız konsey ya da anlaşma ile denedi. Başarıları, olduğu zaman bile geçici oldu.
Kobani’den Musul’a
Son deneme Kobani üzerinden gerçekleşti. Amerika, IŞİD savaşının başında Irak’a yardım etmek için nasıl Maliki’nin gidişini şart koştuysa, Kobani’de de yardım için koşullarını “Esad ile gizli-açık bağların koparılması ve Türkiye, Barzani, ÖSO ile daha yakın işbirliği” olarak saydı. Barzani ile Suriye-Türkiye Kürtleri arasındaki “zoraki birliktelikte”, Şengal’den Kerkük’e pek sorunlu ve pek kavgalı-dövüşlü günler geçse de, söz yüzüğü bu kez henüz atılmış değil.
PYD’nin, her türlü açıklamasına rağmen, Esad’dan bütünüyle koparılabilmiş olduğunu düşünmek için çok erken. Ancak, Amerika’nın Musul savaşı ilanını, Musul’a yerleşme planı olarak okuyabiliyoruz. Operasyonda Irak ordusu ile Kürtlerin birlikte yer alması öngörülse de, Türkiye’den de beklentiler olduğu ortada. Denklemin üzerine, operasyon tarihinin “Irak ordusunun henüz hazır olmadığı” gerekçesi ile ertelemesi ekleniyor; Davutoğlu’nun “Musul’da istikrar bizden sorulur” pozisyonundan “operasyon gündemde değil” noktasına hızlı dönüşünü de bu erteleme kararı ile birlikte okuyabiliriz. Amerika ile Irak’ın açıklamalarına baktığımızda, erteleme nedeni ile ilgili olarak, Amerika’nın “Musul operasyonunda Irak ordusu askerlerinin Şii değil, Sünni ağırlıklı olması” isteği ile Irak tarafının “Amerika’nın silah sözü verdiği, ancak henüz sözünü tutmadığı” ifşaatıyla karşılaşıyoruz. Amerika, bir kez daha “yardım ile terbiye” peşinde. Irak ordusu ve meclisinin Tikrit harekatını resmi olarak İranlı general Kasım Süleymani'nin yönetmesini istemesinin Amerika’yı ne denli rahatsız ettiğini biliyoruz.
Diyarbakır’dan Kobani’ye
Maliki’nin, “Amerika bize yardımda ayak sürüyor, İran ile ilerlemekten başka yolumuz yok” ve “halk beni isterse hayır demem” minvalindeki açıklamaları, Amerika’da Maliki’nin yeniden bir güç olarak sahneye çıkması korkusu yarattı. Bölgede İran-ABD çekişmesinin ne yönde ilerleyeceğini göreceğiz, ancak Amerika’nın Musul’a yerleşme planları doğrultusunda, “Musul’u almazsak Diyarbakır’ı veririz” sözü artık aynı zamanda ve daha genel bir anlamda “Musul’u almazsak, Kobani’yi de verebiliriz” şeklinde okunabilir olmaktadır. Burada biz kim miyiz, kuşkusuz AKP ve Barzani’den bahsetmiyoruz; emperyalizmin bölgeyi bir yazboz tahtasına çevirmesinden önce, AKP’den ve Barzani’den çok önce, dört yüzyıl boyunca bu topraklarda kardeşçe yaşamış halklarız.
Tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor. Barzani Musul hayalleri kurabilir; Erdoğan ve Davutoğlu IŞİD’e karşı vermeye zorlandığı ve zorlanacağı savaşta bir kez daha Amerikan pastasından birşeyler koparabilme umudu besleyebilir. Ancak, Amerika Kürtlere yer açarken Arapları düşünmek, en azından bir kısmını kendi yanında tutmak zorunda ve şimdiye kadarki işaretler Musul’u kendi yandaşı Sünnilere vermek istediği yönünde. Amerikan programında Türkler ve Kürtlere düşen, Amerikan askerliğidir.
Musul’u vermek
Dolayısıyla, AKP’lilerin “Musul’u zaten Mustafa Kemal vermişti, şimdi biz alacağız” şarkılarının da, Barzani’nin “Musul’u vermeyiz” çıkışlarının da bir kıymet-i harbiye’si bulunmuyor. Kuşkusuz, Musul’da yeterince Kürt var; Amerika, başarılı olabilirse, bir denge gözetecektir; ancak, “denge” hangi şekilde kurulursa kurulsun, Türklerin de, Kürtlerin de, bu programda, Musul’u alması değil, kendi askerlerinin kanlarını akıtarak Musul’u Amerika’ya vermesi öngörülmektedir.
Amerika’nın, hangi aktör üzerinden olursa olsun, Musul’a “yerleşebilmesinin” ise, anti-emperyalistler için, yalnızca Diyarbakır’ın değil, aynı zamanda Kobani’nin, başka deyişle Suriye Kürtlerinin Barzanileştirilmesi yönünde şimdiye dek gördüklerimizden çok daha etkili bir adım olacağını görmek durumundayız. Böyle bir denklemde, bu güne dek bilinen çizgisiyle Kandil’e yer olmadığını da eklemek gerekiyor.
Bir uzun savaş; Ortadoğu’da kalıcı olabilmek için, Amerika Kürtlerde müttefik arıyor. Ana medyanın HDP aşkı ve CHP’yi unutup HDP’yi yeni “sol parti” ilan etmesi ile tutarlıdır ve AKP, Amerika istediği ya da dayattığı zaman Musul’u Amerika’ya hediye etmek için çalışmaya ikna edilmiş görünüyor. Bir uzun savaş ve Türkiye için zaman daralıyor.