Marksizm, bunalımlar ve seçimler

Karl Marx, kendi tezleriyle açıkça çelişen bazı iddiaların çok yaygın bir şekilde “Marksizmin belli başlı doğruları” olarak kabul edileceğini öngörebilseydi, belki de arkasında bazı el kitapları bırakırdı!

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” diye bir sözün Marx’a atfedilmesi türü örnekleri kastetmiyorum. Kapitalizmin temelinde ücretli emek sömürüsünün değil ticaretin bulunduğu şeklindeki yanlış düşünceyi pekiştirse bile, bu söz, asıl olarak, kapitalizmle mücadeleye çağırıyor. Dolayısıyla, herhalde bu yakıştırmadan Marx da çok fazla rahatsız olmazdı.

Ama dünya üzerinde olup biten her şeyin kapitalistlerin bilinçli tercihlerinin ürünü olduğu şeklindeki yanlış düşünceyi besleyen iddialar, Marx’ı gerçekten de çok fazla rahatsız ederdi.

İktisadi bunalımların daha fazla kâr elde etmek isteyen kapitalistler tarafından kasten çıkarıldığı iddiası, bunlardan biri.

Oysa Marx’a göre, kapitalizmin iktisadi bunalımları, sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklıkların istenmeyen ama kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bunalımlar, aynı zamanda, sermaye birikiminin yeniden hızlandırılmasını mümkün kılar. Ama bu durum, sermaye sahiplerinin büyük çoğunluğunun bunalımlar sırasında servetlerinin önemli bir bölümünü yitirdikleri gerçeğini değiştirmez. Bunalımları fırsata çevirip onlardan kazanç sağlayabilenler, sermaye sahiplerinin küçük bir azınlığıdır. Sermaye sahiplerinin çoğunluğu, geleceğini herkesin gördüğü bunalımları bile geciktirmeye ve bu arada uğrayacakları kayıpları en aza indirmeye çalışır.

İyi ama, siyasal açıdan bakıldığında, bunalımlardan dolayı (görece soyut bir kavram olan “kapitalizm” yerine) kapitalistleri suçlamanın ve bunalımlar sırasında halkın büyük çoğunluğu yoksullaşırken onların zenginleştiğini savunmanın ne sakıncası var, diye sorulabilir.

Birincisi, yeterince ikna edici olunamaz. Bunalımlar sırasında pek çok kapitalist üretimi azaltmak ya da tümüyle durdurmak zorunda kalır. İşçileri, patronlarının böyle yaparak daha fazla kâr elde ettiğine inandırmak hiç kolay olmaz. İşçilerin çoğu, bunalım dönemlerinde, patronlarıyla mücadele etmek yerine, işlerini tümüyle kaybetmemek için ücretsiz izne çıkarılmayı kabul eder.

İkincisi ve daha önemlisi, kapitalistler her şeyi bilinçli ve planlı bir şekilde yapabilseydi, onlarla baş etmek neredeyse olanaksızlaşırdı! Oysa kapitalizm koşullarında, tek tek işletmelerde işçilerin daha fazla sömürülmesi için her şey en ince ayrıntısına kadar planlanırken, toplumsal ölçekte üretim anarşisi hüküm sürer. Kapitalistler arasındaki (bunalım dönemlerinde şiddetlenen) rekabet, bir yandan toplumsal kaynakların çarçur edilmesine yol açarken diğer yandan kapitalistlerin bir “ortak akıl”la hareket etmelerini engeller.

Kapitalist ülkelerde siyasal bunalımların yaşanabilmesinin temelinde bu vardır.

Kendi başlarına bir “ortak akıl” üretemeyen kapitalistler, “ortak çıkar”larını formüle etme işini düzen siyasetçilerine ve devlet kurumlarına devreder. Ama burada da, kapitalistlerin yalnızca dar bir kesimini temsil eden bazı siyasetçilerin ya da belirli bir devlet kurumunun mutlak bir iktidar gücüne ulaşarak kapitalistlerin büyük bölümünün çıkarlarına aykırı hareket etmeye başlaması tehlikesi bulunur.

Seçimler ve güçler ayrılığı ilkesi, kapitalizm koşullarında, her şeyden önce bu tehlikenin önüne geçmeye yöneliktir.

Bir başka deyişle, seçimler, sadece emekçileri kandırmaya değil, kapitalistler arasındaki güç dengelerini, kapitalistlerin çoğunluğu tarafından onaylanan bir yöntemle belirlemeye yarar. Aslına bakılırsa, “emekçileri kandırma” boyutu bir sonuçtur ve ikincil önem taşır.

Dolayısıyla, seçimler birer “göz boyama” faaliyetinden ibaret değildir ve tam da bu nedenle emekçilerin temsilcilerinin devlet yönetimine katılmalarına da olanak sağlarlar.

Kuşkusuz, kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabeti tümüyle bir yana bırakmalarına yol açacak kadar güçlü bir “komünizm tehdidi” ortaya çıktığında, seçimler rafa kaldırabilir.

Öyleyse, anarşist politikacı ve yazar Emma Goldman’ın ünlü “Oy kullanmak herhangi bir şeyi değiştirseydi onu yasaklarlardı” sözüne hak verilebilir mi?

1990’lı yıllara kadar ABD’nin arka bahçesi sayılan Güney Amerika’da, Chavez’in Venezüella devlet başkanlığına seçilmesiyle başlayan sürecin bile “aslında” hiçbir şeyi değiştirmediği söylenecekse, daha fazla tartışmaya gerek olmayabilir tabii ki... Bu durumda, örneğin, Marx’ın, Fransız İşçi Partisi’nin 1880 tarihli programının giriş bölümüne, bu partinin, “proletaryanın elinde bulunan bütün araçlarla mücadele etmek zorunda olduğunu ve bu araçların arasında, bugüne kadar bir aldatmaca aracı olarak kullanılmış, ama söz konusu [metinde daha önce tarif edilen] mücadele sayesinde kurtuluşun bir aracına dönüştürülecek olan genel oy hakkının da bulunduğunu”* yazdığını hatırlatmak da gereksizleşebilir.

Ama o zaman, Komünist Parti Manifestosu’nun yazıldığı tarihten başlatırsak 166 yıllık sosyalizm mücadeleleri tarihinde, sosyalist solun, devlet yöneticilerinin seçimlerle belirlendiği hiçbir kapitalist ülkede seçim dışındaki bir yolla iktidara gelememiş olmasına da bazı açıklamaların getirilmesi gerekmez mi?

Asıl önemlisi, seçimlerden de yararlanarak, seçimleri rafa kaldırma girişimlerinin gündeme gelmesine yol açacak kadar güç kazanılması, seçimleri rafa kaldırmak isteyenleri tümüyle gayrimeşru kılarak sola iktidar yolunu açamaz mı? Chavez’in gerçek iktidar dönemi, ABD’nin ve Venezüella burjuvazisinin desteğini alan darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasıyla birlikte başlamamış mıydı?

* http://erkinozalp.blogspot.com.tr/2012/03/fransz-isci-partisi-program-1880.html