Geçen hafta İleri Haber’deki köşesinde Korkut Boratav, bir yandan sosyolog Sevinç Doğan’ın yeni kitabı “Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma”yı tanıtırken, bir yandan da solumuzun bugün için çok önemli bir eksikliğine ya da geçmişe göre bıraktığı bir “boşluğa” dikkat çekti. Solun, 1980 öncesinde büyük kentlerin mahallelerinde tuttuğu mevzileri nasıl olup da AKP’ye kaptırdığının, İstanbul Kağıthane özelinde çarpıcı bir fotoğrafını paylaşıverdi.
Elbette 12 Eylül darbesi, sol üzerinde estirilen büyük terör, mahallelerde ve her yerde kurulan korkunç baskı vb. devrimci ve sosyalist hareketlerin mahallelerden “geri çekilmesi”ni, geri çekilmek zorunda kalmasını büyük ölçüde açıklıyor. Öte yandan, bu düzlenen/düzenlenen alanda, AKP’nin, soldan da kimi “dayanışmacı pratikleri”, bazı yerellikler özelinde “katılımcı” mekanizmaları ve adım adım somut mevziler kazanarak ilerleme stratejisini kaparak yol alması dikkat çekiyor. Özetle, bırakılan ya da zor aracılığıyla bıraktırılan boşluğu -orada daha önce mevzileri tutanların araç ve yöntemlerini de kısmen kullanarak- AKP dolduruyor.
Peki ya şimdi?
AKP tarafından belli alanlar doldurulmuş olsa da, sol için “boşluk” ortada.
Ona geçmeden önce, başka kitaplara dair küçük bir hatırlatma: Boratav hocamızın andığı kitap, konuyu sosyoloji cephesinden, saha araştırmaları ve anketlerle irdelerken, aynı konuyu edebiyat cephesinden, edebî anlatımın olanaklarıyla işleyen, üzerine başka türlü değerlendirmeler yapabileceğimiz güzel kitaplar olduğunu da hatırlatmak isterim. Örneğin Devrimci Yol kökenli yazarlarımızdan Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen” romanı, solun bir dönem mahalle halkıyla “hemhâl olmayı” nasıl başardığını ve sonra bunun nasıl kesintiye uğrayıp gerilediğini, daha önce ardına kadar açılan evlerin kapılarının nasıl olup da kapandığını, araya mesafelerin nasıl girdiğini çok güzel anlatan kitaplardan biri. Romanlarda olduğu gibi bazı biyografi, anı kitaplarında da aynı şekilde bu sürecin etkili anlatımları var. Yine özellikle Devrimci Yol kökenli militan ve yöneticilerin, son yıllarda daha çok Dipnot Yayınları’ndan çıkan anı kitaplarına bu bağlamda göz atılabilir.
Bu kitaplar, mahallelerde geçmişte neler yaşandığını ve nasıl “boşa çıkıldığı”nı güzel anlatmasına anlatıyor da, bugün boşluğun nasıl doldurulacağı konusuna çok girmiyorlar hâliyle. Çünkü o, bugünün siyasetinin işi.
Bugünün siyaseti ise meseleye biraz “tepeden” bakıyor sanki. Hâlbuki olay, aslen tabanda! Bir görüşe göre, yerel işlerle, mahalleyle, yerel seçimle falan oyalanacağımıza (hatta, bunların “liberal” etkilerine kapılacağımıza); sadece büyük siyasete yüklenmek gerekiyor!
Burada da genel olarak, farklı tipte siyasal çalışmaları birbirinin karşısına koyma, birbirinin karşıtı gibi algıla(t)ma, birini yaparsan diğerini yapamazsın açmazına düşme sorunuyla karşılaşılıyor. Tabiri caiz ise “siyasette diyalektik düşünüp hareket edememe” sorunuyla…
Yerel çalışma ve genel siyaseti, birbirinin karşısına koyulacak mücadele türleri olarak değil de birbiriyle iç içe gelişen; ilkinde kazanılan mevzileri, ikincisinin söylemleriyle politikleştirerek besleyen bir bütünlük olarak kavrama, bu bütünlüğün devinimine bakma… işte bu hayli eksik.
Bir taraf eksik olunca, yerel ölçekte somut kazanımlar, bu kazanımları üst üste koyarak elde edilen mevziler, bunların kalıcılaştırılması, halkın gerçek örgütlenmesi ve örgütlenme pratiklerinde söz sahibi olabilmesi, yani yerel ölçekte başlayan doğrudan demokrasi deneyimleriyle sahici bir halk örgütlülüğünün sağlanabilmesi, bunun genel siyasal/idelojik söylemle beslenerek gelişmesi vb. “boşa çıkmış” oluyor…
Neticede, felsefi metinleri hatmederken diyalektiğin onca lafını edip, pratikte pek diyalektik düşünemeyen ve hareket edemeyen bir sol çıkıyor karşımıza. Kısır, mekanik, etiketçi… Sen liberalsin, sen de ulusalcı, oldu bitti…
Son birkaç haftadır “sosyal medya”da daha çok “takıldığım” için bunların enteresan örneklerine de daha çok denk gelmeye başladım. “Sol yapılarımızdaki” (sahici bir mücadele vermedikleri için, bunların, parti adını çok hak ettiklerini düşünmüyorum, belki Ergun Çağlayan’ın dediği gibi “sosyalizmi sevenler dernekleri ya da kulüpleri” de denebilir) imamların sık sık gaz çıkarması neticesinde, tabandakiler ve aradakiler ciddi ciddi ishal olmuş durumdalar.
Biri, bir başkasından “alıntı” yaparak şöyle yazmış örneğin: “Komünist başkanın üretimleri ve onunla dayanışılması liberal solculukmuş. Aferim böyle devam.” Peki ona bunu yazdıran, asıl metinde, “alıntı”da ne denmiş: “Belediye solculuğu. Derneklerde nohut ve bal satarak organik devrimcilik yapmaya devam edin. Bunun diğer adı liberal solculuk.”
Tunceli Ovacık Belediyesi’ne, Komünist Başkan’a, kırk yılın başı tutulabilen bir mevziye, buradaki küçük kazanımlara ve onlar sayesinde yakalanan kısmi popülerliğe bu denebiliyor işte. Ne denebilir ki? Ya hiç ciddiye almamak lâzım ya da Abdullah Gül hesabı; “insan bazen gerçekten hayret ediyor.” Sosyal medyadaki kısır, vakit kaybettiren, “laf sokup kaçan”, sahte isimler arkasına saklanan, kendini beğenmişlikle kibir arasında devinen, gıybete bayılan, provokasyon da barındıran vb. vb. tartışma ortamının “normal”i bu belki de.
Ciddiye almamalı tabii de, bu akıl ve düşünce yapısının, zaten sınırlı bir nüfusa sahip olan sol/sosyalist kesim içerisinde kabul görmesi ve hatta yaygınlaşması, kaygı (ve biraz da utanç) verici.
Geçelim bunları. Bağlantıları oluşturabilmeye dönük çabamıza dönelim, ona odaklanalım. Zira bugün açısından, sol açısından kritik olan o.
Genel siyasal/ideolojik söylemde, solun öne çıkardığı, öne çıkarması gereken, halka hitap edebileceği, karşılık bulabileceği, bu karşılıklardan hareketle geliştirebileceği “tutamak noktaları” az buçuk belli. Ama öncelikler farklı. Yani hangi tutamak noktasının daha önde olacağı konusunda farklılıklar gözleniyor
Belli bir kesim laiklik diyor. Başka belli bir kesim demokrasi ve barış diyor. Laiklik diyenlerin bir kısmı, barış ve demokrasiyi de, önceliği kapan laikliğin peşinden sıralarken; bir kısmı, onların adını hiç anmıyor. Demokrasi ve barış diyenlerde de aynı şekilde, önceliği kapan bu ikisinin ardından laikliği sıralayanlar var ve hiç anmayanlar var. Her kesimi birleştiren ortak başlık ise başkanlığa/diktatörlüğe karşıtlık. Lakin bu başlık da, laiklik ve/veya barış-demokrasi önceliklerinden dolayımlanarak işlendiği için,
tam bir mutabakat sağlamak mümkün değil. Özetle, siyasetin ana söylemleri/hatları belli ve açık, ama ortalık ve ortaklık çok karışık!
Bu verilerle “yerellikler”e, yerel çalışmanın/yerel mevziler tutabilmenin önemine, yerel seçimlere, mahalle çalışmalarına, mahallelerde geliştirilebilecek halkçı yönetim deneyimlerine bakalım mı kısaca? Evet, fazla uzatmayalım:
Demokrasi ve barışı siyasetinin başına koyan, ilk sırada önceliklendiren hareket(ler); yerelliklerde bir hayli yol almış durumda. Ciddi kazanımları ve mevzileri var. Bunun son on yıl içindeki tarihselliğini ve gelişimini merak edenler için, üç hafta önce yine bu köşede andığımız kitabı hararetle öneriyoruz: Joost Jongerden ve Ahmet Hamdi Akkaya’nın birlikte hazırladıkları “PKK Üzerine Yazılar” kitabının özellikle son üç makalesinde, sırasıyla demokratik cumhuriyet, demokratik konfedaralizm ve demokratik özerklik söylemleriyle nasıl bir çizgi yakalandığı, ikinci adımdan itibaren bunun mahallelerden başlayan yerel örgütlenmelerinin nasıl örgütlendiği ve halkı nasıl örgütlediği, belediyeler ve Murray Bookchin’den esinle geliştirilen modeller vb. derli toplu bir biçimde anlatılmış durumda. Kitabi olarak anlatılanlar dışında pratik olarak yaşananlar da Diyarbakır’dan Van’a ortada. Zaten devlet de bugün oradaki kazanımlara, mahallelere ve belediyelere yüklenir durumda!
Peki, laikliği siyasetinin başına koyan, ilk sırada önceliklendiren hareket(ler) için yerelliklerde durum ne? Pek bir yol alındığı, mevzi kazanıldığı söylenebilir mi? Sanmam… Denecektir ki, “mevzu mevziye uygun değil” ya da “ne yapacağız yani, Kadıköy, Beşiktaş, Göztepe gibi mahallelerde, İzmir’in, Edirne’nin mahallelerinde laikliği koruma dernekleri mi kuracağız, alkol yasaklarına karşı içelim güzelleşelim etkinlikleri mi yapacağız?” vb. Öyle değil tabii. Bağlantı kuracağız. “Genel siyaset”le belli bir siyasi/ideolojik söylemi yaygınlaştırmaya çalışmanın sınırlarını fark edip, yerel siyasetle karşılıklı birbirlerini beslemelerini sağlayacağız.
Orada burada, konuyla ilgili duyarlı kesimlerin, genelde de kemalistlerin sempatisini toplayacak eylemler yapmak, “çalışma” ya da “kampanya” altında toplantılar düzenlemek, imza kampanyaları yapmak vb. değil sadece; mahalleden, yerel seçimlerden başlayarak halkı ve yoksulları “doğrudan demokrasi” deneyimleriyle örgütleyecek işler yapabilmek önemli. Sadece ilkini yapmak da, birilerinin dikkatini çekebilir, ilgi görebilir, beğenilir hatta uzaktan da olsa (seçim hariç) destek de bulabilir tabii. Ama kalıcıl mevzilerle/kazanımlarla ilişkiniz, halk örgütlülüğüyle mesafeniz ne kadar kapanmıştır, o belirsiz… Bunun için o genel politik çalışmayla yerel çalışmayla bütünlemek icap eder. Yobazlığa karşı verilecek mücadele içerisinde, din tüccarlarının gerçek yüzü bu taban örgütlenmesi dahilinde gösterilebilir belki. Onların bu mahallelerde taban kazanırken ve solun bıraktığı boşluğu doldururken ne gibi hatalar yaptıkları, dayanışma diyerek nasıl sadakaya ve ranta kaydıkları, bugün bu yönleriyle nasıl daha da azgınlaştıkları, halkın dini duygularını nasıl sömürerek ticarete döktükleri, adlı adınca dindar falan da değil din tüccarı oldukları gösterilebilir; şeffaf, katılımcı, dayanışmacı örgütlenme biçimleri geliştirilirken öncelikler biraz da doğal olarak iş/aş sorunlarına ya da eğitim/sağlık gibi meselelere doğru kayar ama genel siyasetin söylemleri her alana yedirilebilir (kaldı ki, bilhassa eğitimdeki yobazlaşma da ortada ve bunun kentlerin farklı semtlerine, mahallelerine yansımaları da) … Neticede, yere ölçekte, farklı halkalardan tutup yakalanarak geliştirilebilecek örgütlülükler, genel siyasetin de yaygınlaşmasının ve derinleşmesinin gerçek tabanını oluşturabilir.
Özetle, mahallelerden ve yerel seçimlerden başlayan “doğrudan demokrasi” deneyimlerinin önemi, sahici bir mücadele ve gerçek mevzilerle/kazanımlarla yol alabilme, halkı da bu mücadeleye katabilme potansiyeli hiçbir şekilde ve hiçbir başlıkta ihmal edilmemeli… Laiklik hariç değil!..