Başlıktaki soruyu bir miktar değiştirerek başlayalım; (siyasi) liderlik gerçekten sönümlenebilir bir şey midir, yoksa “sönümlenme”yle ilgili bütün o cafcaflı ve albenili sözler –belirsiz bir geleceğe dönük üst düzey bir soyutlama gibi gözükse de– sadece mavradan mı ibarettir?
Yakın bir başka soru(n) ya da soru(n) alanı: Lider, “liderlik kültü”yle birlikte mi vardır; varlığını böyle bir “kült”le besle(n)meden de sürdürebilir mi? Ve en klasiğinden başka bir soru: (Şu her yanı ego kokan ortamlarda ve dünyamızda) “Başka türlü”, kendi sonunu hazırlayan bir liderlik mümkün müdür?
Diğer sorulara geçmeden önce, “liderlik kültü”yle ne kastettiğimizi belirtmek için küçük bir parantez açalım ve içinde lidere/liderliğe dair imgeleri, sembolleri, değerleri barındıran “ideolojik formlar bütünü” diyelim.
Küçük parantez yetmezse büyüğünden de açabiliriz: Lidere özenilmesi, örnek ya da model olarak gösterilmesi; çoğunlukla takdir ve hatta taklit edilmesi; imajının öne çıkması, başının çevresinde bir haleyle dolaşması, pamuklarla sarılıp sarmalanması; onunla birlikte anılan sembol ve değerlere, ilgi, merak ve hayranlık beslenmesi; belli özelliklerinin –örneğin hitabet, boy bos, espritüellik, kadirşinaslık vb.– ve güçlü yanlarının yüceltilip, belli başka özelliklerinin –örneğin tutarsızlık, fırsatçılık, asabiyet, bilmedikleri dâhil her konuya burnunu sokma vb.– ve zayıf yanlarının göz ardı edilmesi gibi şeyler de bunun içine katılabilir. Ama şimdilik “nesnel/politik” alandan devam edelim, bu denli “öznel/psikolojik” değerlendirmelere girmeyelim.
Nesnellik denince, genellemelere sokuluverelim. Mesela “Doğu toplumları, lider toplumudur!” sık karşılaştığımız örneklerden biri değil midir? Öyledir, hem de beton gibidir.
Gerçekten de, illa bir lidere, ötesinde otoriteye, hatta mutlak ve kutsal görevleriyle birlikte diktatöre bir yatkınlık mı var acaba bu bizim doğulu toplumlarda? Eh, var bir şeyler; yüz yıllar boyunca ağanın/beyin/sultanın boyunduruğundan kurtulamamış, “yüce devlet geleneği”ne ve onun tepesindekilere özel anlamlar yüklemiş, en tepede gördüğüne çoğu zaman tapmış; demokrasi, tartışma ve sorgulama kültürü gelişmemiş, hep bir efendiye ya da başkana bağlanmış; dinsel ideolojinin de desteğiyle biat kültürüne uygun yetişmiş, bilime dayalı eğitimden mahrum bırakılmış, milliyetçi ideolojinin de desteğiyle ‘’baş”ının komutasında fetih maceralarına katılmış; yeri gelmiş körlemesine sevip canını vermiş, şehitliği kutsal hâle getirmiş; ölenlerin ardından kalanlara bile “başın sağ olsun” demiş bir toplum neticede.
Batı’yla, görece daha ilerlemiş “demokrasi kültürü”yle, tartışmaya ve sorgulamaya dayalı laik/bilimsel eğitim sistemiyle, zihnin özgürleşmesiyle vb. kıyaslandığında, Doğu’nun “geride bıraktırılmışlığı”nda daha çok var böyle bir yatkınlık özetle. Bu tür toplumlarda böyle bir şey veri ise, tek liderli “başkanlık” taleplerine karşı koymak da aslında bu verili nüfus karşısında daha zorlu/zorlayıcı olacaktır herhâlde.
Kışkırtıcı ve güncel sayılabilecek bir başka soru(n) alanına geçelim: Başkanlık sisteminin yol açabileceği büyük sorunlar ya da bu sistemin “götürüler”i malum, peki faydası ya da getirileri de olabilir mi? Kemal Kılıçdaroğlu’nun pek sık tekrar ettiği gibi; “hiç böyle bir şey olabilir mi?” Neden olmasın? Solun –seçimlerden ve demokratik yollardan hareketle geliştirebildiği diğer arayış ve kazanımlarının hep cılız kaldığı düşünüldüğünde– bir iktidar seçeneği çıkarabilmesi, icabında bu yönde bir sıçrama yapabilmesi için kısıtlı da olsa bir olanak yok mu yani? Madem “bu tür toplumlar”da liderlik iş yapıyor, güçlü liderlik önemli; çıkar belki Chavez gibi biri, liderin etrafında, kamucu/toplumcu dönüşümler yolunda, yürünebilir ileri! Elbette, ortada fol ve yumurta yokken, çok afaki sözler bunlar. Bir de mesele tepeden bir yerden yönetmek ya da tepede bir yere gelebilmek mi, kolektif, toplumcu, katılımcı, paylaşımcı vesaire “yeni siyaset ve liderlik biçimleri” geliştirebilmek mi?
Gelelim “sönümlenme”yle ilgili sorun alanımızın temel meselelerinden birine: Bu sönümlenme nasıl realize olacak ki? Nasıl bitecek yani liderlik; giderek küçülecek, küçülecek ve yitip gidecek mi yoksa büyüyecek, büyüyecek ve bummm diye patlayacak mı? Balon mu bu? Yalan mı bu sönümlenme? Liderlik yaptığı kitlenin/toplumun içine doğru yayılarak/yaygınlaşarak eriyip gidecek mi yoksa? Efervesan bir tablet gibi demek ki! Evet, en iyi “realizasyon süreci” bu istikamette sanki.
Soru(n) alanı mı kalmadı bize, bir başkası daha işte: “Lider kültürü”nün karşısında “demokrasi kültürü”nün yerleşmesi tam olarak nedir sahi? Demokrasi dediğimiz de, çeşit çeşit. Bizim anladığımız, her alanda doğrudan demokrasi.Temsilî işlere, dolayımlara prim vermeyen, hatta “halk idaresi/ halk inisiyatifi” gibi soyutlamalarla bile idare etmeyen; somut olarak katılım, tüm karar mekanizmalarında saydamlık, seçtiklerini geri çağırabilme, seçilmiş liderin maddi olanaklarını ortalamada tutup ayrıcalığa ulaşmamasını sağlama gibi denetim özellikleri de barındıran, icabında MurrayBookchin’in “belediyeci ütopyası”na uzanan dosdoğrudan bir şeyler işte.
Geçelim böyle afaki şeyleri de yaşanmış deneyimlerimizde neler var ona bakalım, bir başka soru(n) alanını kısaca kurcalayalım: Sovyetlerde ya da tüm bir “reel sosyalizm” deneyimlerinde, devlet olsun, lider olsun, “sönümlenme” anlamında pek bir başarı yaşanamadı galiba, öyle değil mi? Tam tersine, giderek daha da merkezileşme, tek el(ler)de toplaşma söz konusu oldu galiba? İki kutuplu bir dünyada, karşı kutupta kapı gibi “Başkan” varken nasıl sönümlensin hem? Bu tarafta da güçlü bir liderliğe ihtiyaç duyuldu. Peki lider kişi(ler); liderliğin/öncülüğün “ileri” niteliklerini, neden topluma yayamadı, toplumsallaştıramadı, toplum içinde eritemedi? Çözülüşün ve çöküşün dışsal etkenlerine bakmak, her şeyi oraya bağlamak bir yana, bu türden içsel zaaflara da bakmak gerekmez mi?
Küba, liderlik ve doğrudan demokrasi anlamında başka bir örnek mi? İkisi (liderlik ve doğrudan demokrasi) orada iç içe mi geçti? Tabanı ilgilendiren kararlar tabana yayılırken, tepeyi ilgilendiren daha “devlete dair” kararlar tepede mi kaldı? Tepede önderlik, tabanda gerçek demokrasi yeterli mi; taban-tavan ayrımı yapmadan her yerde olabilir mi bu doğrudan demokrasi peki?
Evet, geçmişteki ve bugünkü sosyalizm deneylerini yeterince sorguladık, şimdi de “sönümlenebilecek türden” bir liderliğin olası özelliklerini tartalım dilerseniz biraz da: Liderliğin ve her tür toplumsal hiyerarşinin sonunu getirmeye kurgulu, yeni tipte liderlik biçimleri gerçekten söz konusu olabilir mi? Liderliğini “realize ederek”, yani onun içeriğini tüm topluma yayarak kendini bitiren türden? Yanıtımız evet ise, başta ve başlıkta andığımız “sönümlenme” kavramı da tam buraya uygundur galiba. Ama lafta kalmayan, sönümlenme sürecinde de denetlenebilen, kendisini liderliğe taşıyan niteliklerini topluma yayarak, topluma mal ederek varoluş nedenini ortadan kaldırabilen, tepedekinin buna direnme ve imtiyaz geliştirme ihtimaline doğrudan müdahale edebilen bir sönümlenme süreci olmalıdır bu. (Tıpkı “devletin sönümlenmesi” kurgusunda olduğu gibi. Zaten “iktidardaki liderlik”, bir tür devlet değil mi?)
(Bir türlü sönümlenmeyen türden) Liderliğin “natura”sına bakalım mı biraz da: Her şeyden anlayan, halkı güden lider tipine. Kadiri mutlak, “omnipotent” birileriyle karşı karşıyayız âdeta. Her şeyi liderliğin kontrolünde ya da kendi kontrolümde geliştireceğim derken, gerektiğinde yeni tipte tencereler ya da elektrik tasarrufuna yarayacak yeni tipte ampuller hakkında üç saat konuşup, elbette yararlı da olan bilgiler vererek halkı yönlendiren bir hatip o! Peki bu kadarı gerekli mi sahi? Toplumun geride kalmışlığıyla, herhangi pratik bir meselede bile “liderin ağzının içine bakmasıyla”, eğitim ve kültür seviyesiyle, eşitlikçi bir sistemin bu toplumda ne kadar kurulabildiğine, özgür aklın ne derece yol alabildiğine vb. vb. bağlı aslında. O ileri düzen henüz “kurulu” değilken, “eşitsiz gelişme” her yerden kendini gösterirken, böyle bir “görev ve işlev” gereksiz denebilir mi yani? Ötesinde, liderliği güçlendirmek de gerekebilir, farkındayız değil mi?
Evet, liderliğin “varlığı”na,“etkisi”ne ve icabında “güçlendirilmesi”ne dair zorunluluklar da yok değil hani: Eşitsiz gelişme yasası da öyle demiyor mu? Karşımıza bir “öncülük görevi” çıkarıyor illa ki. Bir bütünlüğün (örneğimizde, toplumun ya da belli bir topluluğun diyelim) farklı bileşenleri eşit şekilde gelişmiş değil ki, kimileri öne çıkarak, diğerlerini de ileri çekmek suretiyle gelişimi sağlarken, geriden gelen de birden ileri fırlayıp en öne geçebilir. Hikmet Kıvılcımlı’nın sözleriyle “Geriden gelmenin faziletleri ile geç kalmanın rezaletleri”ni bir arada yaşatan bir yasa bu. Farklı gelişmişlik düzeyleri “öne çıkmayı/öne çıkıp liderlik yapmayı” bir zorunluluk olarak önümüze koyuyor sonuçta. Bu da beton gibi!
Hem güçlü bir liderliğe ihtiyaç var, hem de onun niteliklerini toplumsallaştırarak kendini sönümlendirebilme kapasitesine. Bu ne yaman çelişki anne?
Elbette mesele, bir boyutuyla “eşitsiz gelişim”, birikim ve gelişkinlik meselesi. Eşitsizlikleri ortadan kaldıracak toplu bir gelişim süreci dâhilinde, bir dönem için “öne çıkanlar” olacaktır kuşkusuz. Öne çıkanlar, geriden gelenleri öne çekerken, liderliklerini realize ettikleri süreçte, toplumsallaştırarak sönümlendirmeyi de becerebilirlerse!
Riskleri neler bu “zorunlu liderliğin” peki? Tam da yukarıda söylenen şeyin “becerilememesi”. Her şeyin konumsal, hiyerarşik bir hâle dönüşmesi, en bilinen riski. İçeriğe değil konuma yaslanarak bir yönetim tarzının gelişmesi. Bir kez oturunca iktidar koltuğuna,sapasağlam bir şekilde yapışılması oraya. Koruma kalkanları geliştirilmesi. Ego savaşları, bürokratikleşme, kastlaşma, ayrıcalıklar (Reel sosyalizm deneyimleri ve esnaflaşmaya eğilimli örgütsel yapılar bu anlamda kötü örnek oluşturdu, kötü sınavlar verdiler gerçekten de - ülke ölçeğinde kastlaşan yönetici klikler, mikro ölçekte koltuk sevdalısı sosyopat yöneticiler) vesaire vesaire, uzar gider liste.
Bu risklere karşı “kolektif liderliği” desteklesek peki? Tek adamlığı yok edip kolektif olana yüklensek. Iıııh, iddia ölçeğinde ya da iddia düzeyinde kalıyor genelde o tarz bir kolektivite. “Bir ya da birkaç lider + asistanlar” sistemine dönüşüyor kolayca. Katılımcılar, lider diye belledikleri kişinin gözlerinin içine, iki dudağı arasından çıkacak sözlere baktığı müddetçe, “katılım, katılım” diye tutturmak da sadece bir yere kadar anlamlı, ötesinde nafile.
Nedir peki çare? Gerçek anlamda liderliği sönümlendirebilecek liderliği realize edebilmek tabii ki! Doğrudan demokrasiyi gerçekten hayata geçirerek öncülük yapabilmek. Denetimi, geri çağrılmayı vb. lafta bırakmamak. İtaat kültürüne karşı, katılıma, saydamlığa, özgür akla, eleştiriye ve tartışmaya dayalı liderliği canlandırmak. İçeriği/niteliği esas alıp, konuma dair olanı sadece geçici işlevselliğiyle değerlendirmek. Bir yandan liderliği güçlendirme ihtiyacı varken beri yandan onu sönümlendirme gereğinin çelişik (diyalektik gülüm, diyalektik!) doğası düşünüldüğünde, hayli zorlu ama başarabiliriz belki de…