“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”; elbette, içinde yaşadığımız tekelci düzende Adam Smith pek naif kalıyor ve Zarrablar ile kutu kutu para saklayan bakan çocuklarına ödenen faize bakarsak, bizden beklenenin “bırakınız çalsınlar, üstüne faizini ödeyelim” mottosu benimsemek olduğunu kabul etmek durumundayız. Ehliyeti olmadığı için polisin dur ihtarına uymayan ve polis kurşunuyla ölen gencin ailesinden, polise hakaret ettiği gerekçesiyle tazminat isteniyor, “bırakınız vursunlar, üstüne tazminatını ödeyelim”. Tekelci düzenin, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ya da Orwell’in 1984’ünde çizdiği cehennemden daha karanlık, daha arsız, daha “yamyamca” bir dünya meydana getirdiği ortadadır.
1984’ün çocuk muhbirleri ve Cesur Yeni Dünya’nın düşünmeyi önleyen ilaçları vardı; ancak tekelci düzen, ete kemiğe büründükçe, bunlardan fazlasına ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Din artık afyon’dan fazlası, faşizmin temel ihtiyaç maddesi ve açık silahıdır; ancak gene yetmiyor ve akla, Chomsky’nin yıllar önce ortaya attığı ve onun elinde gene pek naif kalan “rıza üretimi” sözü geliyor. Şimdi özgürlüğü tümden ortadan kaldırma görevi “özgürlükçülere” veriliyor. Olur mu demeyin, çok gönüllüsü var. Rıza üretmekle kalmıyor, askerliğini ve bekçiliğini üstleniyorlar.
Aydın tavrı
İleri okurları hikayeyi iyi biliyor, pek kısa geçiyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin açılışına, Nazım Hikmet’in temsil ettiği her değere “kibarca” tüküren Orhan Pamuk çağrılınca, solcu öğrenciler “iş başa düştü” dedi ve FKF açıklamasının diliyle, “Orhan Pamuk isimli emperyalist savaş çığırtkanının Nazım gibi devrimci bir aydının ismiyle açılacak olan kurumun açılış konuşmasını yapamayacağını, okullarına hoş gelmeyeceğini” ilan etti. “Çağrıcı” üniversite yöneticileri ile, hocaları ile Orhan Pamuk’un sahip olmadığı aydın tavrını öğrenciler gösterdi; bu ülkenin üniversitelerinin ve aydınlarının “namusunu” korumuşlardır.
Bir Nazım var Pamuk’tan içeri
Nobel getiren konuşmalarını yaparken pek cesur görünen Pamuk, öğrencilerden arındırılmış, pek hijyenik açılış salonuna gelme cesaretini gösteremedi, kitaplarının önüne yerleştirdiği kameradan, “Sol Nazım Hikmet’i bilmiyor. Nazım Stalin’i önce desteklemiş sonra eleştirmiştir. Atatürk’ü de önce desteklemiş ve ancak sonra Kuvayi Milliye destanını tamamlamamıştır” yollu konuşarak bir kez daha sola ve cumhuriyete “kibarca” tükürüverdi. “Star yazarımızın” Nazım hakkında verdiği tek “bilgi” de yanlıştı ve merkezin kurucuları ve yöneticileri bu Orhan Pamuk dayatması karşısında tek tek istifa ederken Pamuk dayatması özgürlüğünü savunmak, tekelci düzenin özgürlük neferlerine düştü.
Ne özgürlükler gördük
Hangi “özgürlükleri” savunmadılar ki... Kadını kapatma özgürlüğü; küçücük çocukları daha hayatla, bilimle, aşkla tanışmadan imam hatiplere teslim etme özgürlüğü; rektörleri, aydınları, gazetecileri, öğrencileri, askerleri dört duvar arasında çürütme kampanyaları yapanlara basın özgürlüğü, Kürtlerin bu coğrafyadaki her halkın düşmanı ABD ve AKP ile uzlaşması özgürlüğü... Üniversitelerde de, hem de Nazım Hikmet adını sömürerek hem de öğrencilere ve merkezin kurucularına rağmen, tekelci şebekenin parlattığı bir sol ve cumhuriyet düşmanına kırmızı halı serilme özgürlüğü savunulmuş çok mu?
‘68 Kültürel NATO’ya karşı
Fikir özgürlüğü adına solcu öğrencilere iftira ve hakaretler yağdıranlar, AKP dönemindeki her söylem ve kampanyalarında olduğu gibi bu son Pamuk girişimlerinde de haksız çıktılar. Ama Merdan Yanardağ'ın “liberal ihanet” olarak formüle ettiği üzere, bir entelektüel ve siyasal namus gösterip tutumlarını düzeltme yoluna bile gitmediler. Gitmezler, çünkü haksız çıkmak, ancak bu topluma ilişkin entelektüel ve siyasal iddialarında samimi olanlar için önemlidir. Bunlar ise özgürlükçülüğün bir ekonomi-politiği olduğunu fark etmiş ideolog kadrolarıdır ve işleri, gereğinde "rıza" ile "star" imalatının mamullerine bodyguard'lık yapmak üzere seferber olmaktır. Kültürel NATO'yla tanışıyoruz.
NATO, bilindiği üzere Soğuk Savaş'ın SSCB'ye karşı kurulmuş askeri örgütüydü. Ancak, savaşın yalnızca askeri planda tasarlandığını sanmak ciddi bir naiflik olur. Tersine, askeri alanda hemen hiç karşılaşılmadı, ama savaş kültür-sanat kulislerine kadar sızdı. Kültür alanında ne kadar gerici varsa, yetenek ve birikimlerinden bağımsız olarak bunları dergilere, üniversitelere, panellere, açılışlara doluşturmak; ödülleri, fahri doktoraları bunlara vermek; bunlardan ve yalnızca bunlardan “büyük edebiyatçı” ve “star” çıkarmak ve arkasına tekeller ile CIA’in finans gücünü alan kötü edebiyatın iyi edebiyatı, çarpıtılmış anlatıların tarih ve bilimi kovması tekelci düzenin kültür politikasıydı. “Üstüne” bu politikanın savunmasını “özgürlükçülere” vermek ise, kendisini “Kültürel NATO” adıyla anan Amerikalı soğuk savaş şebekesinin işi oldu.
68 Mayısı’nda Avrupa gençleri önce, üniversitelerini, akla ve özgür düşünceye düşman bu şebekenin atanmış starlarından, putlarından ve hocalarından kurtarmak için ayaklandılar.
Fareli köyün kavalcısı
Kültürel NATO kavramını, ABD'nin anti-komünist kültür politikalarını belgeleriyle sergileyen ciddi ve bilgilendirici bir çalışmaya borçluyuz; bu, Frances Stonor Saunders’ın Who Paid the Piper: The CIA and the Cultural Cold War, Kavalcı’ya Ödemeyi Kim Yaptı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş adlı kitabıdır. Türkçe’ye, Ülker İnce’nin titiz çevirisi ile Parayı Verdi, Düdüğü Çaldı adıyla çevrildi. Artık kendileri birer kavalcıya dönüşmüş üniversitelerde okutulmuyor, ülkemizdeki liberal saldırganlığı bütün boyutlarıyla kavramak isteyen herkesin okuma listesine alması elzem görünüyor.
‘Sol’ NATO
Hikayesi özetle şudur: Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı’ndan çok saygın bir ülke olarak çıkmış, sosyalizm bütün dünyada büyük bir itibar kazanmıştı. ABD’yi farklı bir politika izlemeye götürdüğünü biliyoruz. “Containment” diyorlardı, Amerika “kuşatma” peşindeydi ve ilerleyen yıllarda CIA ile bağlantıları ortalığa dökülen anti-komünist bir “kültür ve finans lobisi” olarak tanımlayabileceğimiz Congress for Cultural Freedom, Kültürel Özgürlük Komitesi’ndekiler, kapalı kapılar ardında kendilerine “kültürel NATO” diyor ve “tarihsel misyonlarını” “cultural containment”, kültürel kuşatma olarak adlandırıyordu. Sloganları “özgürlük”; bayrak taşıyan “büyük edebiyatçıları”, Sovyetler’den kaçan ya da Sovyetler’de yasaklanan yazarlar ile Doğu Avrupa’da sosyalizme karşı “özgürlük” mücadelesi veren yazarlar oldu.
Usul usul ve yıllarca yanan bir uzun ‘Madımak yangınıdır’, sosyalist yazarları değil, belleklerde sosyalist yazarların ve kitapların yerlerini yaktılar; öyle ki sonunda Batı’daki yeni kuşakların zihninde Sovyet edebiyatı Pasternak, Avrupa edebiyatı Kundera oldu. Çarpıtılmış Nazım okumalarına bağlanan yol kısadır.
Rockefeller edebiyatı
Sol ve muhalif görünmeye özen gösterdiler; CIA ile bağlantıları ortaya çıkana kadar, giderek, Amerika ve Avrupa’da, Nobel ödülünü reddetmesiyle de tanınan “koca Sartre’ınki” dışında önemli sol kültür ve edebiyat dergilerinin neredeyse tümünün finansmanında ve dolayısıyla yayın politikasında etkili oldular. Onyıllardan söz ediyoruz ve Batı entellektüel dünyasının iklimini değiştirme yolunda attıkları her yeni adım ile, yalnızca CIA’den değil, Rockefeller ve Ford’dan büyük fonlar kopardılar.
Nabokov: Nobelli FBI sempatizanı
Pek basit bir formülleri olduğunu belirtmek gerekiyor; “özgürlüüük” diye bağırarak Batı kültür dünyasından her türlü özgür düşünceyi kovmak. Kültürel NATO şebekesinin en fazla el üstünde tuttuğu “özgürlük savaşçıları” olan Soljenitsin ve Nabokov’a bakmak pek savundukları “özgürlükten” gerçekte ne anladıklarını göstermek için yeterlidir. Amerikan yönetiminin üniversitelerde solcu avı için gönderdiği FBI ajanları dostluk kuran ve oğlunun da aynı görevle FBI’a katılmasından gurur duyacağını açıklayan Nabokov ile açıkça çarlık yanlısı Soljenitsin’den söz ediyoruz. Her ikisi de Nobel ödüllüdür ve en az Obama kadar, hak ettiklerini söyleyebiliyoruz. Gene de ikisi de Batı'nın baş düşmanı olarak kodladığı liderleri ölümle tehdit edecek kadar ileri gidememişlerdi.
Kültürel NATO şebekesinin ele geçirdiği onca dergiye katkı sunan Batılı aydınların çoğu, “Kültürel NATO” sözünden de, CIA bağlantısından da bihaberdi; cephenin iç yüzü ortaya çıktığında büyük dehşete kapıldılar. Ancak onca “sol” aydının uzun yıllar boyunca, bu dergilerin yayın çizgileriyle ciddi bir sorun yaşamaması kendi başına bir inceleme ve düşünme konusudur.
‘Hayır, ama...’
Kültürel Özgürlük Komitesi, ya da Kültürel NATO ne kadar çabalasa da bir tek Sartre'ı kazanamadı. Sartre bu dergilerin tam olarak kimlere hizmet ettiğini bilmiyordu, ama inatçılığıyla, gericiliğin kokusunu alabilmiş ve bu şebekeden uzak durabilmiştir. Bir koku alıyordu, “Danimarka devletinde kokuşmuş bir şey var”, kokuşan aydın tavrı’dır. Sartre’ın Aydınlar Üzerine kitabında söyledikleri, “kokuyu” nasıl aldığını oldukça yalın bir şekilde gösteriyordu: “Aydının en yakın düşmanı sahte aydındır. Sözde aydının her şeyden önce bir satılmış olduğunu düşünmek elbette çok basit kaçar... Yani bir aydınmış gibi davranır ve tıpkı onun gibi, egemen sınıfın ideolojisini sorgulamakla işe başlarlar; ama bu düzmece bir sorgulamadır. Başka bir deyişle, sahte aydın, gerçek aydın gibi ‘hayır’ demez; ‘Hayır, ama...’yı ya da ‘Biliyorum, ama gene de...’yi diline dolamıştır.” Elbette Sartre, Hayır, ama’cıları yazarken, Yetmez ama evet’çileri öngörememişti. Soljenitsin ve Nabokov’lar, Orhan Pamuk’lar ve bu arada Yetmez ama evet’çiler birinci tür ise, sesleri ve akılları titreyenleri, “hayır diyemeyenleri” bir ikinci türe dahil edebiliriz. Ortak noktaları, niyetleri olmasa da, “özgürlük adına” gericiliğe hizmettir; Kongre, Soljenitsin ve Nabokov yangındaki ateşse, ikinci tür sahte aydınlar da yangının ihtiyaç duyduğu oksijen oldular.
Bırakınız yapsınlar, bırakınız gericilik yaysınlar, üstüne bir de gericilik yayma özgürlüklerini savunalım, öyle mi? ‘Üstüne’ ne alırdınız? Bizler sosyalistiz. Sömürme özgürlüğü, kapama özgürlüğü, gericilik yayma, bilimin ve tarihin, belleğin altını kazıma özgürlüğü tanımayız. Hiç beklemesinler.