Bulutlar… gelecek düşlerimiz, tasarılarımız, gökyüzüne ulaşma mücadelemiz, umutlarımız. Bulutlar… sadece gökte değil yerde de… yok gibi ama var da sanki… ütopyamız.
Elimizi ve bedenimizi uzatsak; elimizi ve bedenimizi bulutları düşleyip duran zihnimizin eksiksiz bir uzantısı hâline getirebilsek, tutacağız belki. Ancak çarkların arasında öyle bir sıkışmışız ki, çarkların çevirip durduğu, belki de bizzat çark olup bizlerin çevirip durduğu düzen öyle bir devriliyor ki üstümüze bütün bir yüküyle, elimizi ve bedenimizi bulutlara uzatmaktan, bulutlarda yaşamayı başarmaktan, bulut olmaktan çok uzağız…
Köklerimize dönüp baksak bir çözüm bulabilir miyiz peki? Zor… Orada da hep çarklar var ve bulutlara uzanma çabası. Her ikisinin de daha belalısı, acılısı, ölümlüsü, kanlısı… Köklerden çıkardığımız dersleri ve ayaklanma denemelerini; çarklar arasında edindiğimiz tecrübemizi ve mücadele birikimini; bulutlara kavuşmak için zorlaya zorlaya ilerleyebilir miyiz? Her üçünden de bir şeyleri biriktire biriktire gidemez miyiz ileriye?
Tarih hiç durmaz ki! Bulutlara doğru sıçratabilmek, sıçrayabilmek önemli.
Kökler, çarklar ve bulutlarla ilişkiyi iyi tespit etmeliyiz bu yüzden. Sadece dünün bilgisi, bugünün pratiği ve olası bir yarının hayali olarak kalmamalı, üçü arasındaki sürekli ve dinamik etkileşime de bakmalı; bu etkileşim ve devinim içerisinde eşitlikçi, özgürlükçü, adaletçi “hayalleri” gerçeğe dönüştürme iradesine yoğunlaşmalı. “Praksis”e belki de.
Tarihin farklı dönemlerinde, dünyanın farklı coğrafyalarında köklerimizi salarken bu dünyaya, aslında bulutlara uzanma olanağı hep çıktı karşımıza. Köklerden bulutlara uzanacağımıza, çarklar arasında sıkışıp sürdürdük mahkûmiyetimizi nedense.
Anlatılan belki de efendi/köle diyalektiği o hâlde. Bin yıllardır farklı formlarda/tarzlarda devinip duran ama efendinin sömürüsünü, kölenin boyun eğmişliğini bir türlü ortadan kaldıramayan. Çıplak köleden, ücretli köleye… bir şekilde yol alan. Efendi mi? “Tanrı, patron, bey, ağa, sultan”… Beşibiryerde, hep tepemizde, pastanın yüzde 99.9’unu kapan.
Anlatılan, biraz da Haiti’de yaşanan. Hani şu bugünün haberlerinde, sadece kasırgalarla ve onların getiridiği çok sayıda ölü ve yaralıyla sarsılan! Hâlbuki tüm bir kıtada Fransız Devrimi’nin de rüzgârıyla kölelikten ilk kurtulan. Ceza gibi ceza: Kurtuluşu nihayete erdiremeyince, ücretli kölelik düzeninde en altta kalan!
Anlatılan, biraz da Çin’de yaşanan. Cep telefonlarınızın falanca parçasını üreten bir elektronik fabrikası mı istersiniz, çocuğunuzun oyuncağının filanca parçasını üreten bir plastik fabrikası mı? Kılık kıyafet mi olsun, Çin şart değil ya, Bangladeş’teki ya da İstanbul’daki bir tekstil atölyesi de olur sonuçta. Ne olursa, neresi olursa olsun, çalışma şartları yaklaşık aynı olsun. Emek gücü, en ucuza… yedek bir ordu yanında. Çarklar dönüp dursun.
Anlatılan biraz da, geçmiş isyanlarda, köylü isyanlarında, tüm ezilenlerin o adaletsizlik üreten cenderelerden kurtulma çabalarında yaşanan.
Anlatılan biraz da, cinsiyetçi bir dünyada, kadınların çoklu ezilmişliğinde, cadı avlarında, kadınların özgürleşme mücadelelerinde yaşanan.
Kadın ve isyan. İsyan gibi isyan: Kökleri, çarkları ve bulutlarıyla tüm bir süreci birlikte düşünüp ileriye sıçrayabilmek dedik ya, anlatılan biraz da Gezi’de yaşanan.
Söz bu kadar yakına gelmişken, son cümleler kitaptan olsun:
“Spinoza, iktidarın yönetmek için kederli duygular yaratmaya muhtaç olduğunu söyler (…) Eğer Spinoza haklıysa, yapmamız gereken, kederi yeniden üretmek yerine, etkileme ve etkilenme gücümüzü ve dolayısıyla neşeyi artıran bir muhalefet tarzı geliştirmemiz ve böylece Marx’ın deyimiyle, duygularımızı özgürleştirme yolunda adımlar atmamız (…) Gezi Direnişi’nde mizahı kullanarak otoriteyle dalga geçen duvar yazıları ve sloganların neşeli bir muhalefet geliştirirken başlangıç noktaları olarak alınabileceğini düşünüyorum.”
Cortazar’ın Seksek’i misali, bir oraya (kökler); bir buraya (çarklar); bir şuraya (bulutlar) zıplayıp dururken, Yıldız Silier’in Kökler Çarklar ve Bulutlar’ını okuduğumuzda gelip gidenler, çağrışıp çağıldayanlar bunlar oldu işte…