Dün Kilis’e (ikisi boş alana, biri bir okulun bahçesine olmak üzere) üç roketin düşmesinin ardından, alışılageldiği üzere, yayın yasağı koyuldu. Diğer yandan, Suriye’den yapıldığı iddia edilen bu roket saldırılarına karşılık olarak, sınırın karşı tarafındaki IŞİD mevzilerinin top atışına tutulduğu açıklandı.
Açıkçası, “... ben öbür tarafa [Suriye’ye] 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım” şeklindeki sözleri hatırlamamak mümkün değil.
Çünkü olay, Suriye’nin Türkiye sınırındaki, hâlâ IŞİD’in denetimi altında bulunan ve farklı muhalif gruplarla ittifak kuran PYD’nin ele geçirmeye çalıştığı bölgeyle ilgiliydi. Bu bölgenin doğusunda Kürtlerin ilerleyişi sürerken, batısında da AKP’nin desteklediği muhalif güçler operasyon düzenliyordu. Top atışlarının, ÖSO’ya bağlı Sultan Abdulhamit Tugayları, Şam Cephesi ve Ahrar uş-Şam örgütlerini desteklemeye yönelik olduğu iddia ediliyor. Bir Rus savaş uçağının düşürülmesinden bu yana, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar Suriye hava sahasına giremiyor ve sadece top atışları yapılabiliyor.
Şu son olaydan hemen önceki tuhaflık, Sultanahmet’teki canlı bomba saldırısının ardından, yine IŞİD’in denetimi altındaki aynı bölgeye yapılan top atışlarıyla ilgiliydi. Bu kez, doğudaki, PYD’nin ele geçirebileceği Münbiç bölgesi hedef alınmıştı. Tolga Tanış’a göre, bu bölgeye “haber verilmeden” yapılan saldırılar ABD’nin rahatsız olmasına yol açmıştı.
Niye Münbiç?
Her nasıl olduysa Sultanahmet’teki saldırıdan sadece birkaç saat sonra kimlik bilgileri açıklanan ve IŞİD’li olduğu iddia edilen Nabil Fadlı’nın Münbiç’li olması nedeniyle böylesi bir tercihin yapıldığına inanmamız isteniyor!
Bir başka tuhaflık, IŞİD’in (yayın yasağı getirilen) Sultanahmet saldırısının sorumluluğunu üstlenmemesi. 14 Ocak’ta Endonezya’nın başkenti Cakarta’da düzenlenen saldırıların sorumluluğunu üstlenen IŞİD, henüz, 12 Ocak Sultanahmet saldırısı hakkında herhangi bir açıklama yapmadı. Aynı IŞİD, yine örneğin, 31 Ekim 2015’te bir Rus yolcu uçağının düşürülmesinin ve 13 Kasım 2015’te Paris’te düzenlenen saldırıların sorumluluklarını kısa süreler içinde üstlenmişti.
Tuhaflıklar bunlarla sınırlı kalmıyor.
Başlangıçta “kokteyl terör” türü bir zırvalığın ortaya atılmasına vesile olan, sonrasında yine IŞİD’in yaptığı iddia edilen (ve elbette hakkında yayın yasağı getirilen) 10 Ekim 2015 Ankara Katliamının sorumluluğu da IŞİD tarafından üstlenilmedi. IŞİD, Türkiye’de gerçekleştirdiği iddia edilen diğer pek çok eylem gibi bu eylem hakkında da hiçbir açıklama yapmadı (yani yalanlama yoluna da gitmedi).
IŞİD’in Türkçe dergisi Konstantiniyye’nin 2 Aralık 2015’te archive.org sitesine eklenen 4. sayısında, IŞİD’li olduğunu iddia ederek casusluk yaptığı iddia edilen bir kişinin, “İslam Devleti mücahidleri” tarafından, Kahramanmaraş’taki evinde “boğazlanarak öldürüldüğü” haberinin yanı sıra, “Mübarek Paris Operasyonu” ve Rus yolcu uçağının düşürülmesi hakkındaki bilgilere de yer verilmiş. Ama Ankara Katliamına değinilmemiş.
Tuhaflıklar bitmiyor. Yayın yasağı getirilen ve yine kendisinin yaptığı iddia edilen 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı hakkında da bugüne kadar IŞİD’in herhangi bir resmî açıklaması olmadı.
Herhalde en tuhafı şu: “Türkiye’ye” (yani mevcut iktidara) karşı mücadele ettiğine inanmamız istenen IŞİD, nedense, doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan’a ve/veya AKP’ye zarar verebilecek hiçbir saldırı düzenlemiyor. Sadece, mevcut iktidarın yeni saldırıları için mazeret işlevi gören eylemler yazılıyor, IŞİD’in hanesine!
Bu arada, Can Dündar ve Erdem Gül, “MİT tırları” haberleri nedeniyle yaklaşık iki aydır hapiste.
Bir tarafta yayın yasakları, diğer tarafta habercilik yapanların hapse tıkılması... Bu arada, mevcut iktidarın müdahaleleri nedeniyle ortaya çıkan göçmen akımının Avrupa’ya yönlendirilmesi yoluyla AB’yle kirli bir pazarlığın yapılması ve kimilerinin “demokrat” saydığı AB’nin Türkiye’de olup bitenlere sessiz kalmasının sağlanması...
Kirli pazarlıklar dünyasıyla karşı karşıyayız.
ABD ile Türkiye arasında kimi “tartışmalar”, “gerilimler” vs. var elbette... Ama ABD yönetimi, “gerçeklerin” peşinde değil; elindeki somut kanıtları da kullanarak, Tayyip Erdoğan rejimiyle, kendi işine gelecek şekilde ilişki yürütmenin yollarını arıyor...
Rusya yönetimi farklı mı? Ellerinde, bugüne kadar dünyaya sunduklarından çok daha fazla ve güçlü somut kanıtlar var elbette... Hepsini bir anda ortaya sürerlerse, bunlar, “pazarlık kozu” olma özelliklerini yitirir. Ne de olsa, somut kanıtların ne tür sonuçlar doğuracağını, bunların doğrulukları değil, uluslararası güç dengeleri belirliyor. Ama bundan çok daha önemlisi, Tayyip Erdoğan rejimiyle gerçekten hesaplaşmayı değil, zayıflıklarından yararlanarak, onunla yeni bir denge kurmayı hedefliyorlar...
Kısacası, “ülke çıkarları”, ancak, gerçekten de ülkenin kurtuluşu için mücadele edenler tarafından savunulabilir!