Bazı kavramların içeriği, yüzyıllar, hatta bin yıllar içinde, yoğun sınıf mücadelesi pratiklerinde damıtılarak doldurulmuştur. Kafaya göre yorumlanamaz. “Laiklik”, “özgürlük”, “eşitlik”, “demokrasi” bu tür kavramlardandır. Günlük politik çıkarlara göre bu kavramların tanımı değiştirilemez.
Fakat olgulara göre değil algılara göre tutum belirlendiği, bilimin değil “bilgi”nin öne çıkarıldığı post-modern bir çağda yaşıyoruz. İsteyen, kendine göre bu kavramlarla oynayabiliyor, orasını burasını çekiştiriyor. Ama önünde sonunda bu kavramların ardındaki büyük tarihsel birikim aşılmaz bir duvar gibi karşımıza çıkacaktır
“İnanç özgürlüğü”… Laikliğin yeni tanımı! Dahası “özgürlük” kavramının da yeni tanımı. Bazıları laiklik mitingine bu sloganla katılıyor. Cahilliklerinden mi, yoksa hinliklerinden mi bilinmez; tarihle oyun oynamaya kalkıyorlar.
Oysa “laiklik” kavramının ardında 500 yıl, “özgürlük” kavramının ardında ise en az 7000 yıl var. Çok kadim kavramlardır bunlar. Yanında veya karşısında olabilirsiniz, ama çalım atamazsınız.
Konuyu biraz irdeleyelim…
***
İnançların tarihi çok eskilere gidiyor. Öyle ki, konu toplumbilimcileri aşıyor, antropologların alanına giriyor. İnsanın doğadan kopuşuyla, salt fiziksel bir varlık olmaktan çıkıp, metafizik bir varlık olmaya da başlamasıyla ortaya çıkmıştır inançlar. Doğadan kopmaya başlayan insanın, böylece ortaya çıkan doğa-insan çelişkisini çözme çabasının ürünleridir. Bizim türümüz olan Homo sapiens’in “inanç özürlü” olduğu apaçık ortada. Aramızda bir nefret mi yoksa aşk ilişkisi mi olduğu hâlâ tartışılan Neandertallerin de bu aşamaya ulaşmış oldukları biliniyor. Kısacası, gelişmiş bir beyne sahip olmanın sonucu olarak, olgular dünyası ile yetinmeyip imgeler ve simgeler dünyasına girmenin bedeli olmuştur inançlar.
Doğa-insan çelişkisini çözmenin en yeni (taş çatlasa 7-8 bin yıllık) yolu olarak gündeme gelen “uygarlığın” tarihi, bu inanç belasıyla uğraşmanın tarihidir bir bakıma… Uygarlık dediğimiz süreç, inançları kısıtlamanın tarihidir. Uygarlığın çocuğu olan din, en katısından inanç tekelidir. Nasıl devlet, yönetme tekeli; ordu, silah tekeli; bilim, bilgi tekeli ise, din de inanç tekelidir. İnançları bastırarak ve zorla yok ederek (soyutlayarak, kurumsallaştırarak, merkezileştirerek) gelmiştir uygarlık. “İnançlara özgürlük” dendiğinde, ne kadar gerilere gidildiğini anlayın artık…
***
Topluluktan topluma (yerleşik yaşama, uygarlığa) geçildiğinde oluşan sosyal sistem, öyle herkesin, her kabilenin istediğine inanmasını kaldıramaz. Totemler yıkılır, tapınaklar ortaya çıkar. İnançlar daha üst bir düzlemde soyutlandırılır, merkezileştirilir. Tabii bu işler o kadar kolay değil. Dinin esas kurumsallaşması çok-tanrıcılıktan tek-tanrıcılığa geçiş ile gerçekleşmiştir. Bu süreçte inançların daha da bastırılması, eski inanç kalıntılarına karşı daha büyük bir zor uygulaması görülür. Hz. Muhammed hareketinin Mekke’yi ele geçirdikten sonra ilk iş olarak bütün putları (inanç simgelerini) yıktırması buna en güzel örnektir. Ortaçağ Avrupa’sında Kilisenin batıl inançlara karşı acımasız tavrı da bilinir. Kısacası, aslında bütün bu süreç, inanç toplumundan giderek daha dünyevi toplumlara geçişin adımlarıdır. Tanrılar giderek daha güçlenirler ama yanı sıra maddi dünyadan adım adım uzaklaşıp göklere çıkarılırlar. Fizik metafiziği, doğa doğaüstünü, onları giderek daha “saygın” yerlere postalayarak alt etmeye ve kendi işine bakmaya çalışmaktadır. İnançlar (tanrılar) da her aşamada farklı kılıklara girerek bir şekilde tutunmaya çalışırlar.
İnançlar dünyasına en indirici vuruşlardan biri de Avrupa’da burjuvazinin gelişmesi ve giderek aristokrasiyi tasfiye etme süreciyle oluşan Laiklik ve Aydınlanmadır. Laiklik, dini, yani dönemin inancını toptan dünya işlerinden kovalamak anlamına gelir. Burjuva önderliği nedeniyle sonradan iş sulanmıştır, ama o ayrı konu.
Aydınlanmanın çıkış noktası şudur: Doğadaki ve toplumdaki süreçler, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmamıştır, doğa ve toplum yasalarına tabidirler ve insanoğlu aklıyla bu yasaları kavrayabilir. Kısacası Aydınlanma, insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli kilometre taşlarından ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden biridir. Laiklik de bu büyük felsefi akımın, devlet de dahil olmak üzere toplumsal yaşamın nasıl düzenlenmesi ve işlemesi gerektiği sorusuna verdiği yanıttır. İnanç temelinde değil dünyevi ihtiyaçlar temelinde örgütlenmiş bir devlet ve toplum yapısı. İnançlar bireylerin vicdanına kapatılmış ve öte dünyaya sürülmüştür. Bu da kolay olmamıştır, doğal olarak. Halkın isyanı ve giyotin aracılığıyla; yani Bastil’leri basarak ve kralların, kilise babalarının kafalarını sepete yuvarlayarak gelmiştir laiklik.
Laiklik inançların giderek daha fazla sınırlandırılması sürecidir, “inançlara özgürlük” değil. Bunlar (laiklik ve inanç özgürlüğü) uzlaştırılabilir değil, birbirini dışlayan iki zıt modeldirler.
“Özgürlük” kavramı için de bir parantez açalım: Özgürlük sorununu çözümleyebilmek için, hem geriye hem de ileriye doğru daha geniş bir süreci ele almak gerekiyor. Yerimiz yok, şu kadarını söyleyelim: Özgürlük -toplumsal ve bireysel anlamda- son derece dünyevi (seküler) bir kavramdır; eğer öte dünyaya (cennete) ertelemiyorsak veya doğaüstü bir gücün insafına terk etmiyorsak… Kulların özgürlüğü olmaz; olsa olsa şükranı olur. Günümüzde özgürlüğün gerek şartı laikliktir. Yeter şart için ise insanoğlu biraz daha beklemek zorunda; sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırana dek.
***
Peki, nasıl oluyor da laiklik kavramı bu kadar sulandırılabiliyor? Sorumlusu: burjuvazi. Laikliği getiren de o, sulandıran da… Burjuvazinin aristokrasiye karşı muhalefet ettiği dönemde “ne kadar burjuvazi o kadar laiklik” önermesi doğruydu ve burjuvazi bu konuda radikaldi. Ama iktidarı aldıktan, aristokrasiyi tasfiye ettikten, hele dünya hakimiyetini kurduktan sonra denklem tersine dönmüştür: Ne kadar burjuvazi (kapitalizm) o kadar dincilik.
Bunu laiklik tanımının ülkemizdeki yüz yıllık serüvenine baktığımızda da görebiliriz. Genç Cumhuriyetin laiklik tanımı “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması” idi. “Dünya işleri” sözcüğünün altını çizelim. Din, insanların vicdanlarına ve “öte dünya”ya bırakılmıştı. Kapitalist-emperyalist dünyanın nadide bir parçası olmaya kesin karar verdikten (1940’lardan) sonra laiklik tanımı da değişti: “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Yani devlet laik olsun ama halka din pompalayalım! 1980’den ve özellikle AKP’nin iktidara gelişinden sonra laiklik tanımı “din ve inanç özgürlüğü”ne dönüştü. Yani laiklik kavramının ortaya çıktığı dönemdeki tarihsel anlamının tam tersi. Kısacası, ne kadar kapitalist olduysak o kadar dinci olduk; olgu bu.
***
Konumuzun tarihsel boyutu kabaca böyle. Güncel birkaç noktaya dikkat çekip bu uzamış yazıya son verelim.
Toplumda hâlâ var olan (dinsel veya din öncesi) inançlar o kadar çok ve çeşitli ki, inançlara özgürlük dediğinizde bu işin sonu yok. Dört kadına kadar evlenmek mi dersiniz, köleliğe ve cariyeliğe cevaz vermek mi; ceza olarak kafa-el-ayak kesmek mi dersiniz, 5 yaşındaki çocukla cinsel ilişkiyi savunmak mı; ölen kocayla birlikte eşinin canlı canlı gömülmesi mi dersiniz, kadını taşlayarak öldürmek mi; cinler-periler-melekler mi dersiniz, muskalar mı… Astroloji, reenkarnasyon, ruh çağırma, telekinezi, ufolar… var da var. Bunların hepsi o inançların emri ve gereği. Üstelik bunların hepsi örgütlenmek, yaygınlaşmak, uygulamaya geçmek, eğitimde yer almak isteyecek; yoksa nerede kaldı “özgürlük”?!
Kaldı ki, aynı dini inancın birbiriyle çatışan bin bir farklı uygulaması (mezhepler, tarikatlar) var. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz değerli araştırmacı Özdemir Başat sadece İslam’ın tarihinde oluşmuş 550 tane mezhep/tarikat saptamış. Bu tarikatların hatırı sayılır bir bölümü hâlâ devam ediyor ve binlerce tekkede örgütlenmiş durumdalar. Bunların irice olanlarının, resmen özgürlük verilmediği koşullarda bile toplum yaşamında ve siyasette ne kadar etkili oldukları biliniyor. Bir de “özgürlüklerini” kazandıkları durumu varın siz düşünün…
Diyelim ki inançlara özgürlük verdiniz; peki, inançlar birbirine özgürlük verecek mi? Tarih din (inanç) savaşlarıyla, aynı dinin farklı mezhepleri/tarikatları arasındaki çatışmalarla, kırımlarla dolu. İnanç, nesnelliğe dayanan rasyonel bir durum değil ve ister istemez kendisinden farklı olanı dışlar. İnançlara özgürlük tanındığında, sonuç, hakim olan inancın diğerlerini yok etmeye çalışması olacaktır. İnanç özgürlüğü, önce inançların birbirini yeme özgürlüğüne, sonra da üstün gelenin diğerlerini ezme özgürlüğüne dönüşür. Tarihte ve günümüzde laiklik ilkesinin hayata geçirilemediği veya geri adım atıldığı toplumlarda (en güncel örneği IŞİD; inançlarını yaşamakta ve uygulamakta ne kadar da özgürler!) yaşanan tam da budur.
İnanç toplumu mu olacağız laik toplum mu? Bu ikisi bir arada yaşayamaz. İnançlara özgürlük verildiğinde ortada laiklik kalmaz. Laikliğin hakkıyla yaşandığı toplumlarda ise inanç temelinde örgütlenmelere, herhangi bir inancın eğitim ve öğretim müfredatına (zorunlu veya seçmeli) girmesine vb. yer yoktur.
Binlerce yıllık inançlar doğal olarak yasalarla veya zor yoluyla ortadan kaldırılamaz. Fakat bireylerin vicdanına kapatılabilirler. Laiklik de kısaca budur. “İnançlara özgürlük”, “inançlara eşit uzaklık”, “özgürlükçü laiklik” gibi tanımlar ve laikliği sadece devlet yönetimi ile kısıtlama uygulamaları, laikliği sulandırmanın ve aydınlanmadan vazgeçmenin göstergeleridirler.
NOT: Yarın laik ve bilimsel eğitim hedefli bir eğitim boykotu gerçekleştirilecek. Umarım çok güçlü olur. Ama lütfen, “inançlara özgürlük” gibi pankartlar taşıyarak milleti kendimize güldürmeyelim.