İKİ ÖNEMLİ RAPOR
Dünya ekonomisini izleyen iktisatçılar için her yıl Nisan ve Ekim aylarında yayımlanan iki IMF raporu önem taşır.
Birincisi Dünya Ekonomik Görünümü (“World Economic Outlook”); ikincisi ise Küresel Finansal İstikrar Raporu (“Global Financial Stability Report”) adlarını taşır. Bunlara kısaca Ekonomik Rapor ve Finansal Rapor diyelim.
İki nedenden ötürü iktisatçılar için önem taşırlar.
Birinci neden IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin en zengin istatistik kaynağına sahip olmasıyla ilgilidir. Raporlar, bu verileri sunar; kullanır; değerlendirir. Bu sayede ülkelere ve dünya ekonomisine ilişkin bilgi malzememizi zenginleştiririz. Ülkeler-arası güvenilir karşılaştırmalar yapmamız mümkün olur.
İkinci neden, IMF’nin ekonomik konularda emperyalist sisteme, “üst akıl” olarak hizmet sunan bir kurum olmasından kaynaklanır. Uluslararası sermayenin, özellikle de finans kapitalin selametini, hegemonik ekonomik ilişkilerin pürüzsüz sürdürülmesini gözetir. Bu hedeflere dönük politika önerileri oluşturur. Bunları bulgularla desteklemeye çalışır.
Raporların bu özelliği, emperyalist sistemin merkezinde oluşan eğilimleri, hatta görüş ayrılıklarını algılamamıza imkân sağlar. Örneğin son iki rapor, ABD’de Trump’ın başkanlığı ile ortaya çıkan korumacılık eğilimlerinin sancılarını yansıtıyor. Uluslararası sermayenin yerleşik doktrini, yani dış ticarette ve sermaye hareketlerine sınırsız serbestlik ilkesi korunuyor; ama IMF’nin en büyük “hissedarı” olan ABD yönetimini gözeten fazlasıyla ihtiyatlı bir üslupla…
Bu ikilem, Mart’ta G20, Nisan’da da IMF/Dünya Bankası toplantılarının sonunda maliye/hazine bakanlarınca yayımlanan bildirgelere yansıdı. Geçmiş metinlerde istisnasız yer alan korumacılık eleştirisi, ABD’nin engellemesine takıldı; kayboldu
OLUMLU GİDİŞ VAR
Ekonomik Rapor’a ihtiyatlı bir iyimserlik damga vurmaktadır. Rapor’un başlığı, “İvme Hızlanıyor mu?” sorusunu taşıyor. Yanıt, 2017-2018 öngörülerine bakılırsa olumludur. IMF’ye göre dünya ekonomisinin 2016’da yüzde 3,1 olan büyüme hızı, sonraki iki yılda yüzde olarak 3,5 ve 3,6’ya yükselecektir.
Bu gelişme, ABD’de canlanmanın hızlanması, AB ve Japonya’daki olumlu görünümler ve Çin’deki büyüme temposunun (önceki IMF öngörülerinin aksine) yüksek seyretmesi sayesinde gerçekleşecektir.
Buna karşılık Çin dışındaki yükselen piyasa ekonomileri, özellikle Latin Amerika ile Orta Doğu’daki olumsuz gelişmelerin etkisi altındadır.
Rapor, ayrıca, tüm çevre ekonomileri için geçerli olan bir dizi riskin de gündemde olduğunu vurguluyor.
SÜREGELEN RİSKLER
En önemli risk, “içe kapanmacı” eğilimlerin politikalara taşınması sonunda söz konusu olacaktır. Bu olasılık gerçekleşirse, çevre ekonomilerinde ihracat ve sermaye girişleri gerileyecektir. Sonuç, büyüme hızlarının düşmesidir.
FED, faizleri beklenenden daha hızı bir tempoyla artırdığı takdirde olumsuz yansımalar söz konusudur: Doların değerlenmesi, finansal akımların gerilemesi, kırılgan çevre ekonomilerinde durgunlaşma, daralma…
Aksi yönlü etkiler de olasıdır. Trump yönetimi, 2008 sonrasında ABD’de (Dodd-Frank yasası ile) uygulamaya giren finansal denetim mekanizmalarını gevşetmeyi hedefliyor. Bu gelişme, çevre ekonomilerindeki yüksek getiriler ile birleşirse, “yatırımcılar” (yani finans kapitalin spekülatif öğeleri) aşırı risk iştahına savrulabilirler. Hızlı, yüksek sıcak para girişleri çevre ekonomilerinde “finansal krizlerin olasılığını artıracaktır” (s.xvi).
Finansal Rapor, bu olasılıklara daha açıklık getiriyor: “Uluslararası finansal bağlantıları güçlü ülkeler, küresel finansal daralma koşullarında sorunlarla karşılaşabilecektir. Dışsal kırılganlıkları yüksek şirketlerin riskli, ödenemeyecek dış borçları 130-230 milyar dolar civarındadır.” (s.x).
Milli gelirlerde emek payının düşmesi, IMF’nin belirlediği bir sorun olarak Ekonomik Rapor, Bölüm 3’te inceleniyor. Çevre ekonomilerinde ücretlerdeki gerileme, ülkelerin dış ticarete daha fazla bağlanması ile açıklanıyor. Emek payı aynı nedenle düşen ekonomilerden biri de Türkiye’dir (s.137, 161, Şekil 3.4.1).
Son olarak da ülke, bölge örnekleri verilmeden “ekonomi-dışı” risklerden söz ediliyor: Jeopolitik tehditler, terör, güvenlik sorunları, yolsuzluk, yönetişim bozuklukları, siyasî gerilimler…
Emperyalizmin Özeleştirisi mi?
Bu riskler listesini kabul edelim; ancak onları “sol perspektifle” okuyalım. IMF’nin yapamayacağı genellemelere ulaşacaksınız.
Neredeyse yarım yüzyıldan bu yana, çevre ekonomilerindeki korumacı, ithal ikameci birikim biçimleri adım adım tasfiye edildi; finans kapitalin giriş-çıkışı tamamen serbestleştirildi.
Güney Kore ve Çin gibi iki istisna dışında, bu ekonomiler 1945-1975 dönemindeki büyüme hızlarını tekrar yakalayamadılar. Sermaye hareketlerine artan bağımlılıkları, onları, yepyeni finansal krizlerle tanıştırdı.
Ücret payındaki gerileme (yani kâr paylarındaki artış) niçin dış ticarete fazlasıyla açılma sonunda gerçekleşti? Hatırlayalım: Geniş ve korunan iç piyasalara dayanan “Güney” ekonomilerinde ücretler ve köylü gelirleri, büyümeyi sürükleyen toplam talebin öğeleriydi. Finansal krizlerin söz konusu olmadığı bu ortamlarda çok sayıda ülke (örneğin Türkiye); kesintisiz ve yüksek büyüme hızları gerçekleştirmiştir. Emek gelirlerinin bastırılması, buralarda siyasi iktidarlar için bir zorunluluk değildi.
Sonra ne oldu? Aynı ekonomiler IMF’nin baskıları ve telkinleriyle ihracata bağımlı hale geldiler. “Rekabet gücünü artırmak” siyasi iktidarlar için acil bir stratejik öncelik haline oldu. Nasıl artırmak? Emek maliyetlerini sürekli aşağı çekmeye çalışarak, ülkeler arasında insafsız bir düşük ücret yarışmasına katılarak…
Neoliberal modeller yepyeni yolsuzluk biçimleri ve yozlaşmış siyasi iktidarlar türetti. Saldırgan emperyalizm, Orta Doğu’da kan döktü; teröre, denetlenemeyen güvenlik sorunlarına jeopolitik risklere yol açtı. Durumları bozulan emekçi sınıfların siyasete güveni aşındıkça siyasî gerilimler tırmandı.
Dolayısıyla IMF 2017’de çevre ekonomilerinin karşılaştığı riskleri sıralarken, aslında ve farkında olmadan emperyalizmi ve neoliberalizmi suçlayan bir iddianame hazırlamıştır.
TÜRKİYE'YE DEĞİNMELER
İki raporda IMF, TÜİK’in yeni milli gelir serilerini kullanmaya başlamıştır. Önceki dört ay boyunca yeni istatistiklere itibar etmediğini de biliyoruz.
Türkiye ekonomisi üzerindeki IMF raporlarının (sonuncusu Şubat 2017 tarihli) tümü, eski verilere dayanmaktaydı. TÜİK’in yeni hesaplamaları hepsini geçersiz kılmaktadır. IMF uzmanlarının bu durumu nasıl sineye çekeceğini merak ediyorum.
Ülke ekonomileri Nisan 2017 tarihli iki raporda ayrıntıyla yer almamaktadır. Nicel bulgular, öngörüler tüm ülkeleri içeren verilerle kaynaştırılıyor. İncelenen genel ve ortak sorunlarla bağlantılı olduğu ölçüde ülke örnekleri veriliyor.
Ekonomik Rapor’dan birkaç örnek vereyim:
IMF, Türkiye’nin 2017’deki büyüme hızını yüzde 2,7 olarak öngörmüş ve Mehmet Şimşek’i kızdırmıştır (Ek Tablo 1.1.1., s.46). Rapor, Türkiye ekonomisini, Doğu-Orta Avrupa bölgesi içinde ele alıyor. Bölgede en yavaş büyüyen, enflasyonu ve cari açık oranı en yüksek ülke Türkiye’dir. Büyük çevre ekonomilerinin tümüne baktığımızda dahi, en yüksek enflasyonlu üç ülkeden biridir (Diğerleri Arjantin ve Mısır). (s.18-19, Tablo A5, s.206).
Ekonomik Rapor, Doğu-Orta Avrupa bölgesinde ekonomik görünümü bozulan tek ülkeyi de Türkiye olarak gösteriyor. Gerekçeye bakalım: “Artan siyasî belirsizlik, güvenlik sorunları ve dövizli borç yükünün TL’nin değer yitirmesi sonunda ağırlaşması Türkiye’nin ekonomik görünümünün bozulmasına yol açmaktadır.” (s.18). Haberdar olursa, ilk iki gerekçe Cumhurbaşkanı’nı kızdıracaktır.
Gelelim dışsal ve finansal kırılganlıklara…
Ekonomik Rapor, 2016’nın ikinci yarısında sermaye hareketlerinde gerçekleşen daralmanın çevre ekonomilerindeki yansımalarını inceliyor. O tarihten sonra en fazla değer yitiren ulusal para TL’dir (s.8, Şekil 1.7).
Dış kaynakların daralmasına rağmen, Türkiye en düşük (negatif) reel politika faizini ısrarla sürdürmüştür (Şekil 1.8., s.9). Kredilerin genişleme temposu ve milli gelire oranı bakımından da ön sıralarda yer almaktadır (Şekil 1.9, s.10). Düşük politika faizinin ve kredi/mevduat oranlarının fazlaca (%100 oranını aşan) artmasının yarattığı kırılganlıkları, IMF önceki Türkiye raporlarında da vurgulamıştı.
Dışsal ve finansal kırılganlıkların üst üste gelmesine yol açan bu bileşkenin bazı olumsuz yansımaları, Finansal Rapor’da da yer alıyor. Değinelim:
Yüksek tempolu kredi artışları dövizli/dış borçlanmaya dönüştüğü ölçüde ek kırılganlıklara yol açmaktadır. Örneğin (kısa vadeli borçlarla bağlantılı) “rezervlerin yeterlilik oranı” gerileyen ve yüzde 100’ün altına inen iki ülkeden biri Türkiye, diğeri Güney Afrika’dır (Şekil 1.12, s.14).
Türkiye’de riskli şirket borçlarının oranı (%14) yüksektir; ancak daha kötü durumda olan üç ülke daha vardır (Şekil 1.15, s.18). Bankaların şirketlere açtığı kredilerin en hızlı genişlediği iki ülkeden biri Türkiye’dir. Bu gelişmeler bankaların kârlılığını olumsuz etkilemektedir. (Şekil 1.16, .21).
Bir yıllık dış finansman gereksinimi milli gelire oranlanırsa önemli bir dış kırılganlık ölçütü daha ortaya çıkıyor. 19 ülke arasında Türkiye yüzde 31 ile (Malezya’dan sonra) en kötü ikinci ülkedir. TÜİK, dolarlı milli gelir düzeyini yükseltmeseydi, belki de ilk sıraya yükselirdik.
DURGUNLUK, KIRILGANLIK
Raporlarda Türkiye ekonomisine kısaca değiniliyor; yine de iki anlamlı saptama ortaya çıkıyor.
Birinci olarak IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. 2015-2018 arasında gerçekleşen ve öngörülen milli gelir verileri Türkiye için yüzde 2,9’luk bir büyüme temposu göstermektedir. Bu, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.
İkincisi, ekonomimizde süregelen, ağırlaşan dışsal ve finansal kırılganlıklar vardır. Ne var ki, bu hususta aşırı endişe gereksizdir. Dünya ekonomisinde bir kriz ortamı oluşmadıkça, bu zafiyet vahim sonuçlar vermez. Can kurtaran simitleri daima var olmuştur. Fiyatlar yeterince düşünce spekülatif sıcak para girişleri coşar. Her sıkıntılı dönemeçte kayıt-dışı para girişleri (ne hikmetse) hızlanır.
2029’a kadar iktidar tasarımını hayata geçirdiğini düşünen Cumhurbaşkanı için bu kadarı yeterlidir; durgunlaşma da sorun değildir.