Ülkemizde ve dünyada kadınların mücadelesi ile sosyalizm mücadelesinin yollarının kesişmesi için özel kesitler gerekiyor. Nesnelliğin alan açmadığı, öğreticiliğinin kısıtlı olduğu dönemlerde bu iki alan birbirinden bağımsız hatta birbirine karşıt olabiliyor. Kadın mücadelesinin özellikle feminizmden cisimleşen versiyonları bu karşıtlığı samimi bir şekilde dile, yazıya dökmekte herhangi bir çekinceye sahip değil. Ama açık söylemek gerekirse sosyalist hareket açısından durum tam olarak böyle değil. Kadınların mücadelesine karşıtlık örtülü bir şekilde teoride ve pratikte kendini ortaya koyuyor. Ne kastediyorum biraz açayım. Örneğin nesnelliğin toplumsal dinamiklere çok da alan açmadığı koşullarda kadın hareketi feminizm ile özdeşleştiriliyor. Bu konuda sözkonusu hareketlerin inanılmaz çabasını da elbette teslim etmek lazım. Kadınlığın yüceltilmesinden, cinsiyet farklılarının topyekin reddiyesine kadar değişik uçlarda salınan hareketler mevcut düzende kadınlık/erkeklik hallerinin değişimi/dönüşümü üzerine bir çalışma yürütüyorlar. Bu çabanın nerelere varacağı/vardığı bu yazının konusu değil.
Diğer tarafta ise sosyalizm mücadelesinde kadın sorununa bakış konusu yer alıyor. Sorunun varlığının teslim edilmesi, kadınların mücadeleye katılması gerektiği konularında elbette bir sıkıntı yok. Sıkıntı gerçek bir mücadele verilmesi noktasında başlıyor zaten... Bu mücadeleyi verebilmenin en önemli şartı bugünkü kadınlık halleri ile barışık olabilmek ama beraberinde bu koşulların değiştirilmesi için mücadele etmek. Kendisiyle çelişen bir tez ortaya attığım düşünülebilir ama öyle değil. Kolay anlaşılması için bir örnek vereceğim. Bugün inşaat işçisinin baretiyle, sanayi işçisinin tulumuyla herhangi bir sorunumuz olabilir mi? Tam tersine bunlar, işçi sınıfı mücadelesi yürüttüğümüzü kanıtlamak istercesine kullandığımız semboller. Baret de, işçi tulumu da elbette emeği simgeliyor buna bir itirazım yok ama aynı zamanda bugünkü sömürünün gerçekleştiği üretim koşullarını gizleyebiliyor mu? Tam tersine, o koşulları bize hatırlatıyor, öfkemizi biliyor. Bareti takan, tulumu giyen işçi elbette üretken, ama ne kadar insanca yaşama ve çalışma koşullarına sahip, bu soruların cevapları tartışma götürmeyecek kadar net.
Bugün ister ev emekçisi olsun ister işçi sınıfının başka bir bölmesinin parçası, bütün emekçi kadınları kesen belli iş başlıkları var ve bu işler büyük oranda “ev” ile özdeşler. Temizlik, yemek örneğin; çocuk ve yaşlı bakımı örneğin. Bunlardan en cazip olabilecek olan yemek ve çocuk bakımı, farklı hayat koşullarında oldukça keyifli işler olabileceksen emekçi kadınlar için kendilerini hayattan koparan birer prangaya dönüşüyor. Tıpkı inşaat işçisinin ya da sanayi proleterinin çalışma koşulları gibi! Zaten bütün mücadelemiz biraz da bunun için değil mi? Ama ne yazık ki buradan kalkarak kadınların bugünkü verili koşullarının reddiyesi, sosyalizm mücadelesini ayakları toplumsal dinamiklere basmayan bir kulvarda yürütme ile sonuçlanıyor. Akşama ne yemek pişireceğini düşünen, çocuğunun derslerini dert eden kadınlarla sadece duygu bağı kurmakla sınırlı kalındığında, bilfiil bu kadınları mücadelenin bir parçası haline getirecek olanaklar yaratılmadıkça çekilen kürekler bir yerden sonra boşa gidiyor.
Yazının başında kadınların mücadelesi ile sosyalizm mücadelesinin çok özel kesitlerde keşişebildiğinden bahsetmiştim.
İşte bu yüzden önemli elinde tencere tava, pencerelerden sarkarak ortalığı ayağa kaldıran kadınların eylemleri.
İşte bu yüzden önemli, “Üç çocuk yap diyor, üç tane yaptım birini aldı.” diyen Gülsüm Elvan’ın isyanı.
İşte bu yüzden önemli, TOMA’nın önüne bebeği ile çıkan annenin hisssettikleri.
İşte bu yüzden çok önemli, makyajını da yapan, şık da giyinen, ama canına tak ettiğinde Gezi Parkı’na gaz maskesini takıp gelen kadınların mücadeledeki yeri.
İşte bu yüzden önemli zeytinine sahip çıkan Yırca köylüsü kadınların direnci.
İlerici kadınların mücadelesi, bu ülkede kadınların durumunu veri kabul ederek ve bununla barışık olarak büyüyebilecek ancak. Barışık olmak, eşitsizlikleri, ayrımclığı, ağır sömürü koşullarını kabullenmek anlamına gelmiyor. Tam tersine kadınların toplumda nasıl kritik bir rol oynadığını ve ağır yaşam koşullarının mücadeleci kimliklerine nasıl devrimci bir renk verebileceğini sezmek anlamına geliyor. Veri kabul etmek de kabullenmek anlamına gelmiyor, tam tersine kadınların topyekün mücadelesini örgütlemenin yolunu tarif etmemizi sağlıyor.
15 Şubat Pazar günü Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde saat 11:00’de başlayacak olan İlerici Kadınlar Konferansı, bu mücadele açısından kritik bir uğrak olacak. Kadın olmanın getirdiği bütün sorunlar tartışılacak o gün konferansta. Hem de gocunmadan, hem de sıkılmadan...
Konferans, “Ben de varım” diyebilen kadınların iradesini temsil edecek. O halde son söz yerine bir soru sormak düşüyor: Sen de var mısın?