Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ile Türkiye siyasi tarihini yanyana koyduğunuzda ikisinin örtüştüğü momentler doğal olarak geleceğe devrettikleri ile beraber anılır. Ne yazık ki bu dönemler oldukça azdır ve talihsiz bir biçimde yenilgilerle doludur. 1921’de, yeni bir ülkenin kuruluş sancılarının çekildiği bir dönemde bir katliam ile önü kesilen Türkiye komünist hareketi, sonraki uzunca bir dönemi yeraltında ve siyaseten etkisiz olmanın daha da ötesinde yok hükmünde geçirmek zorunda kalmıştır. Çok partili hayata geçiş ile beraber kurulan sosyalist partiler, Demokrat Parti geleneği ile Türkiye sağının siyaset sahnesinde merkezi rolünü tahkim etmesi yanında düşünüldüğünde ancak sosyalist hareketin tarihine not düşülebilecek bir etki yaratmıştır. 1960’lar ve 12 Mart kesintisinin ardından 1970’lerin özel bir yeri vardır. Ama bu dönemde toplumsallaşan sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin iktidar perspektifinden yoksun siyasi hatlarla malul olması, yaşanılan çok önemli mücadele deneyimlerine rağmen ülkenin 12 Eylül’e gidişini engelleyememe sonucunu yaratmıştır. Darbe sonrası karanlık dönemde yılgınlığın, çözülüşün, sağa kaymanın, sola küfretmenin hengamesine karşı solda inat ve ısrar edenlerin ve bu dönemin solda konum belirleyen yeni kuşaklarının ısrarı, yine Türkiye siyaset sahnesi açısından bakıldığında varlık yokluk bağlamında ele alınabilmekte, daha ötesi iddia edilememektedir. Uzun bir kesit olarak ele alabileceğimiz bu dönemde yine toplumsal hareketler ve sınıf hareketi bağlamında ele alınabilecek çok önemli deneyimler yaşanmış ama bunlar da sadece şimdilik sadece Türkiye solunun tarih kitabına not edilmekten ibaret kalmıştır. Türkiye’de solun siyaset alanında sözünü en ileri noktadan söyleyebileceği bir kesit olarak gündeme giren Haziran direnişi, içerisinde var olmanın ötesinde, bu olanak vasıtasıyla solun kulvar değiştirmesini ve ülke toprağında etkili bir siyasal güce erişmesini sağlayamamıştır. En azından şimdilik...
Yanlış anlaşılmasın. Amacım Türkiye sosyalist hareketinin tarihi üzerinden bu topraklarda devrimciliğin ne kadar umutsuz bir durum olduğuna dair tez yazma niyetinde değilim. Tam tersine tarihi boyunca kapitalizmin krizleri ile debelenen, bölge ülkelerle ilişkileri ve bu ülkelerin uluslarası alanı etkileyen iç/dış gelişmeleri vs ile sorunların biriktiği bir ülkede solun karşısına çıkan olanakları değerlendirebilme konusunda önemli talihsizlikler yaşandığını, bunların hepsinin bugüne ve yarına yönelik derslerle dolu olduğunu düşünerek bu çerçeveyi çizdim.
Sorun bu ülkede devrimcilerin, komünistlerin siyasetle ve örgütlülükle imtihanıdır. Ülkenin toplumsal damarlarına yerleşmiş ve bu alanları uzun soluklu olarak tutabilme becerisini kazanmış adlı adınca komünist öznenin, bağımsız ve iktidarı hedefleyen bir siyasal çizgi ile devinememesidir sorun. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle, ama yarın böyle olmamalı.
Bu toprakları tanıyan, toplumla gerçek bağlar kurabilen ve kök salabilen, sosyalist bir siyasal hattın meyvelerini bu kökler sayesinde alabilen ve geleceğe devredebilen bir öznenin yokluğunda hangi tür toprağın daha verimli olacağı tartışması daha çok su kaldırır. Geçmişte de böyle olmadı mı? Devrimci romantizm çok güzeldir ama devrimci gerçek ve hayal arasındaki ince çizgide gezinebilmeyi bilendir de aynı zamanda. Dünyadaki devrimci gelişmelerden ve hatta iktidar örneklerinden esinlenenler, ayaklarını bu topraklara basmadan yüzlerini kilometrelerce ötelerdeki deneyimlere çevirdiklerinde şabloncu ve devrim modeli ithal eden onlarca örgütün çıkmış olması ve hüsrana uğranması başka nasıl açıklanabilir? Benzer bir ruh hali Türkiye’de ortaya çıkan solun siyasal ve ideolojik olarak etkili çıkışlar yapma olanağına sahip olduğu dönemlerin mutlaklaştırılması ve hiçbir zaman aslı gibi olamayacak suni çıkışların ısrarla zorlanmasıdır. 90’lı yıllarda öğrenci hareketinde parasız eğitim talebi üzerinden yaratılan meşruiyet, toplumun vicdanında gayet meşru bir yer edinen bir işgal eyleminin kötü kopyalarıyla defalarca tekrar edilmeye çalışılması, yine aynı dönemlerde Gazi eylemleri sonrası aynı tepkinin her mahalleye barikat kurarak tekrardan örgütlenebileceğinin yıllarca zannedilmeye devam edilmesi... Örnekler çoğaltılabilir, hatta Haziran Direnişi’ne kadar getirilebilir. Haziran Direnişi sonrası bu direnişin bugüne devrettiği olanaklar üzerinden değil, sadece güzellemelerle yaşatılmaya çalışılması da benzer bir örnektir.
Bir başka sıkıntı da sosyalist hareketin burjuva siyasetine müdahale edebilecek yaratıcı, etkili ve devrimci araçları geliştirebilmesinde ve hayata geçirebilmesindedir. Haksızlık etmeyelim, tarihimiz bu açıdan oldukça özgün ve ilerletici deneyimler barındırmaktadır. Ama öte yandan toplumsallaşma, büyük siyaseti devrimci bir tarzda yapma ve iktidar perspektifini kaybetmeme denklemleri tarihimizde çok bilinmeyenli bir şekilde masaya konmuş, bu bilinmezlik içinde parametrelerden bir veya birkaçının gündemden düşürülmesi ile yanlış bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Oysa ki denklem bütün parametreleri ile masada durmaktadır ve denklemin kendisi bütün bilinmezden gelinen parametrelere rağmen adlı adınca ortadadır.
Uzun lafın kısası Türkiye devrimci hareketi, sosyalist siyaseti iktidara taşıyabilecek bir perspektifle ve örgütlülükle önümüzdeki süreci kazanma hedefiyle hareket etmek zorundadır. Türkiye sol tarihine bir yaprak daha açmak için değil, Türkiye’nin siyasal geleceğine sosyalizmin kızılını çalabilmek için...