1980’li yıllarda popüler olan ve “herkes kapısının önünü süpürse…” diye başlayan bir söz vardı. Muhtemelen bir çevre temizlik kampanyasında, zamanın kamu spotu sloganı işlevi görmesi beklenen bu söz, yerine göre “…bütün şehir tertemiz olur” ya da “…sokaklar tertemiz olur” biçiminde biterdi. Bu naif sloganla dalga geçmek için onu “herkes kapısının önünü süpürse sokakları bok götürür” diye formüle edenler de olurdu.
“Herkes kapısının önünü süpürse” bugün gündeme gelirse, muhtemelen öncelikle “herkes başının çaresine baksın” minvalinde bireyci bir çağrıyı akla getirecektir. Ne de olsa neoliberalizmin pek çok iddiası artık yerleşikleşti ve kanıksandı. Ben bu sözün, çok farklı bir bağlamda ve politik olarak zihin açıcı biçimde kullanılabileceğini düşünüyorum; bu yazıda da bunu açıklamaya çalışacağım.
Türkiye’de solun post-1 Kasım sendromunu atlatabildiğini söyleyemeyiz. AKP’nin tek başına iktidarının uzayacağının anlaşılması, solu kuvvetli bir zihin karışıklığına sürükledi. Cenk Saraçoğlu bu zihin karışıklığının yarattığı eğilimleri, i) AKP’nin baskısından sürekli şikâyet etme ve hayıflanma hali, ii) mevcut durumun doğurduğu ihtiyaçlardan kopuk bir sosyalizm savunusu hali ve iii) Haziran Direnişi’nin tekrarlanmasını bekleme hali olarak özetlemişti.[1]Elbette bu yazıda tüm bu eğilimlerin hatalarını gösterip bir kurtuluş reçetesinden bahsetmeyeceğim –zaten bu, yazının bütününde savunduğum duruşa ters olur. Amacım esasen mütevazı bir dördüncü yolun (hep üçüncü yol peşinde koşacak değiliz ya!) imkânları üzerine düşünmek.
Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan büyük dinamizm, enerji ve özgüveni büyütemedik, besleyemedik ve sandıkta beklediğimiz mucize Mart 2014’te gerçekleşmedi. 7 Haziran seçimleri öncesi HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı alması da Türkiye solunda tekrar büyük heyecan yarattı. HDP’nin parçası olan, ona eklemlenen, farklı şekillerde destekleyen grupların yanı sıra “HDP dalgası”, CHP içi dinamikleri etkileyecek ve bazı CHP seçmenlerini cezbedecek boyutlara da erişti. 7 Haziran’da umulmadık ve büyük bir başarı yaratan bu dalga seçimi izleyen birkaç hafta içinde sönümlendi ve sonrasında da 1 Kasım’da yaşanan büyük hayal kırıklığı geldi.
Elbette bu sonucu doğuran bir dizi etmen var. AKP iktidarının seçim yenilgisini fiili bir olağanüstü hal yaratarak telafi etmeye çalışması ve MHP’nin buna verdiği destek bu etmenlerden biri. HDP’nin, partinin meclis grubunun ve lideri Demirtaş’ın 7 Haziran sonrası gösterdiği performansı da buna eklemek gerekir. Hükumetin çatışmaları tekrar başlatması ve Kürt hareketinin de bu tuzağa düşüvermesiyse yaratılan olağanüstü halin belki de en önemli öğesi oldu. Suruç ve Ankara katliamlarının kamuoyunda düşündüğümüzden ve umduğumuzdan çok farklı bir etki yaratması da 7 Haziran’ın 1 Kasım’a dönüşmesinde büyük bir rol oynadı. Ve nihayet, tüm bu etmenlerle iç içe geçen ve onları ciddi biçimde etkileyen Suriye meselesi… 7 Haziran sonrasında hem hükumetin hem de Kürt hareketinin Suriye’yi Türkiye’deki iç gelişmelerin önüne koyan kimi hamlelerine şahit olduk.
Bunların her biri ayrı ayrı analiz edilebilir; üzerlerinde ayrıntılı tartışmalar yürütülebilir. Ama genel olarak bu etmenlerin ve onlara dair tavrımızın şöyle bir ortaklığı olduğundan bahsedilebilir: Türkiye’de solun, sosyalistlerin, genel olarak ilerici güçlerin kuvvetinin, kapasitesinin, toplumsal desteğinin çok ötesinde dinamiklerden kaynaklanan olaylar bizi şaşkına çevirdi ve dolayısıyla anlama ve buna göre tepki verme kabiliyetimizi dumura uğrattı.
HDP’nin barajı aşma çabasının çok büyük bir hamle olduğuna kuşku yok; bir açıdan heyecanlanmakta haklıydık. Ama seçim sonrası, “eh, artık 80 milletvekilini Meclis’e soktuk. Biz görevimizi yaptık; bundan sonrasında süreç işlesin” diye kendi aramızda şakalaşırken temsili demokrasinin arazlarını gerçekten unutmuş gibiydik. Benzer bir hatayı Mart 2014 seçiminden önce de yapmıştık: “biz Haziran’da yapacağımızı yaptık, Cemaat de işin içinde, öyleyse şimdi top seçmende!”
Her seferinde boyutları bizi fersah fersah aşan ve kontrol edemediğimiz süreçler (Suriye iç savaşı, AKP-Cemaat çatışması, Kürt hareketinin iç dengeleri, TBMM’nin oynak zemini, seçmen davranışı vs.) üzerinde kontrolümüz varmış gibi yaptık; öyle olmadığını da yaşayarak gördük.
İşte tüm bu yaşadıklarımızdan sonra solda herkesin kendi kapısının önünü süpürmesinin zamanı belki gelmiştir. Bundan kastım şu: büyük iddialardan yola çıkıp bunun altını küçük eylemlerimizle doldurmak değil; gündelik kaygılarımızdan, hayata dair beklentilerimizden, dayanışma ihtiyacımızdan, işyerlerimizden, yaşam alanlarımızdan yola çıkıp, buraları etkileyebilecek mütevazı ama sabırlı eylemlerimiz üzerine bir mücadele hattı bina etmek… Enerjimizi, beton tanrısından korumaya çalıştığımız parkımıza, türlü baskılara rağmen büyütmek istediğimiz sendikamıza, yaşatmaya çalıştığımız dergimize, fiziksel ve manevi yaralarını sarmak istediğimiz yoldaşlarımıza, arada bir nefes aldığımız kafemize, mahalle derneğimize, işyerimizde çalışan taşeron işçiler için yapabileceğimiz şeylere, kendimizi üreterek dönüştürdüğümüz amatör sanat topluluklarına, yoksul öğrencilere ücretsiz verdiğimiz derslere, bir alan kaplayabilmek için çırpınan meslek örgütümüze vermek…
AKP’yi hemen devirmek için değil; birbirimize dokunmak, bağlarımızı sıkı tutmak, bizden olmayanlarla kurduğumuz ilişkileri beslemek ve yavaş yavaş toplumsal etki alanımızı genişletmek için sabırla üretmek, çalışmak, dönüşmek ve dönüştürmek… Gözümüz hep komşunun kapısındayken, öncelikle kendi kapımızın önünü süpürmek…
Hem 2013 Haziranında yaşadığımız bir açıdan da, kendi evinin önünü süpürmeye çalışan milyonların yollarının bir gece ansızın kesişivermesi değil miydi?
[1] http://www.birgun.net/haber-detay/an-in-mekanin-ve-stratejinin-kaybi-2013-ten-2016-ya-turkiye-solu-99574.html