Fransa’da, Louis Bonaparte’ın (III. Napolyon) 1851 yılındaki hükümet darbesiyle başlayan İkinci İmparatorluk dönemi Fransa-Prusya Savaşı’nda uğranan yenilgiler nedeniyle son bulmuş, 4 Eylül 1870’te Üçüncü Cumhuriyet ilan edilmiş ve Ulusal Savunma Hükümeti kurulmuştu. Prusya ordusu Paris’e doğru ilerlemeye devam ederken kurulan bu hükümet, asıl olarak burjuvazinin temsilcilerinden oluşuyordu.
Karl Marx, Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) için 6-9 Eylül 1870’te kaleme aldığı bildiride, işçilerin bu hükümete karşı ayaklanmasının bir delilik olacağını yazmıştı:
“Düşman Paris’in kapılarına dayanmak üzereyken, yeni hükümeti devirmeye yönelik her tür girişim, umutsuz bir delilik olurdu. (...) [Fransız işçilerinin] işi geçmişi tekrarlamak değil, geleceği kurmaktır. Bırakın, kendi sınıflarını eksiksiz bir şekilde örgütlemek için, cumhuriyete özgü özgürlüğün kendilerine sunduğu araçları sakin ve kararlı bir şekilde kullansınlar. Bu, onlara, Fransa’nın yeniden doğumu ve ortak ödevimiz olan proletaryanın kurtuluşu için yeni, Herkül’ünkine benzer güçler kazandıracaktır. Cumhuriyetin kaderi, onların gücüne ve bilgeliğine bağlıdır.”
Marx’a göre, Fransız işçi sınıfı henüz kendi iktidarını kurmasına yetecek kadar güçlü ve iyi örgütlenmiş değildi. Bunun için “sakin ve kararlı” bir şekilde çalışılması gerekiyordu...
Ne var ki, burjuva siyasetçilerinin işgalci güçler karşısındaki teslimiyetçi tutumuna tepki gösteren Parisli işçiler ayaklanarak 18 Mart 1871’de tarihteki ilk işçi sınıfı iktidarı olan Paris Komününü kurdu.
Komün, uzun ömürlü olamadı. 28 Mayıs 1871’de, işbirlikçi burjuva hükümetine bağlı ordu güçleri tarafından kanla ezildi. İşçi sınıfının henüz yeterince güçlü ve iyi örgütlenmiş olmadığı kanıtlanmış oldu. Bu arada, Paris Komününün liderleri de, Marksistler değil, Blankist (darbeci) ve Proudhon’cu (anarşist) solculardı.
Dolayısıyla, Marx, Komünün yenilgiye uğratılmasının ardından, “gördünüz mü, yeterli hazırlığın ve doğru önderliğin yokluğunda yenilgi kaçınılmaz olur” türü değerlendirmeler yapabilirdi.
Tam tersini yaptı ve Fransa’da İç Savaş’ta şunu söyledi:
“O [Komün], özünde, bir işçi sınıfı hükümeti, üretenlerin mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasal biçimdi.”
Ve Komün deneyiminden öğrenmeye, ondan evrensel dersler çıkarmaya çalıştı.
Örneğin, yöneticilerin ve temsilcilerin seçimlerle belirlenmesinin ötesinde kendilerini seçenler tarafından görevden alınabilir olmaları, kamu hizmetlerinin en tepedeki yöneticilerden başlayarak işçi ücretleri karşılığında görülmesi gibi ilkeler, Komün sayesinde Marksizmin ilkeleri arasına girdi. Burjuva parlamentarizminin yerine, hem yürütme hem de yasama işlevlerini üstlenen bir işçi sınıfı iktidarının konması gerektiği düşüncesi de, asıl olarak Komün deneyiminin ürünüydü.
Komün sonrası Marksizmi, Komün öncesi Marksizminden daha zengindir. Rusya’da Sovyetlerin ortaya çıkması ve tabii ki Ekim Devrimi, Marksizme çok şey kattı. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist kuruluş süreci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sosyalist devrimler de öyle...
Ama bu arada, tarihsel gelişmenin belirli aşamalarında takılıp kalan Marksistler de çıktı ortaya. Ekim Devrimini olası tek devrim modelinin tipik örneği sayanlardan Stalin-Trotski tartışmalarını ilk dönemlerindeki hararetiyle sürdürmeye çalışanlara kadar...
Sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme ve sosyalist soldaki (Türkiye’de 12 Eylül döneminde başlayan) sağlıksız (ya da düpedüz liberal) “yenilenme” süreçleri, “Marksizmin temel ilkelerinin savunuculuğu”nu başlı başına bir mücadele konusu hâline getirirken, kitaba uygun görünmeyen girişimlere dönük kuşkuculuğu artırdı.
Latin Amerika’daki solcu iktidarlardan ABD’deki Wall Street’i İşgal Et eylemlerine ve Türkiye’deki Gezi Direnişine kadar, gerçekte emperyalist-kapitalist sistemin halkları mutlak bir boyunduruk altında tutamayacağının kanıtları olan deneyimlere kuşkuculukla ve “bunlardan bir şey çıkmaz” kestirmeciliğiyle bakma eğilimi, böylesi bir ortamda şekillendi.
Ortamın belirleyicileri arasında, sol örgütlerdeki “eldekileri koruma” kaygısının zaman içinde “eldekilerle yetinme” yaklaşımına güç kazandırması da vardı.
Bunlara, yönetici kadroların dar örgütsel pratikler dışındaki beslenme kaynaklarının sınırlı kalmış olmasını eklemek gerekir...
Sorulduğunda, Gezi Direnişini herkes çok önemsiyor elbette!
Oysa asıl sormamız gerekenler şunlar: Gezi Direnişinden neler öğrendik? Gezi Direnişi, siyaset tarzımıza ve örgütlenme pratiklerimize ne tür katkılarda bulundu? Geçmişte yapmadığımız neleri şimdi yapıyor, geçmişte yaptığımız neleri şimdi yapmıyoruz?
Örneğin, Erkan Baş’ın dediği gibi, “halkı özneleştiren somut pratikler” üretmeye çalışıyor muyuz? “Arayış içinde olan milyonların gönül rahatlığı ile dahil olabileceği bir mücadele örgütü” yaratmak için çabalıyor muyuz? “En küçük bir enerji katma niyeti olan tüm kesimlerin veya kişilerin katkısını alacağımız bir model geliştirmek” gibi bir derdimiz var mı?
İki Taktik’in önsözünde Lenin’in vurguladığı üzere, Marksistler açısından bakıldığında, devrimlerden öğrenmek yetmez ve devrimlere bir şeyler öğretebilmek de gerekir. Ama hiçbir şey öğrenemeyenlerin hiçbir şey öğretemeyeceği açık olsa gerek.