IMF, 22 Nisan’da Türkiye ekonomisi üzerine iki belge yayımladı. Birincisi, “Türkiye: 2016 Madde IV Görüşmelerine İlişkin Rapor” başlığı taşıyor.
Bu, IMF’ye üye ülkelerin ekonomik durumu üzerindeki yıllık raporlardan biridir. Ülke yetkilileri ile görüşülerek hazırlanır; IMF Yönetim Kurulu tarafından onaylanır ve yayımlanır.
Ben bugün ikinci IMF belgesi üzerinde duracağım: Türkiye: Seçilmiş Konular (16/105 sayılı ülke raporu, Nisan 2016). Ana raporu hazırlayan uzmanların altısı tarafından kaleme alınmıştır. Resmi rapora da katkı yaptığı anlaşılıyor.
Dört “seçilmiş konu” inceleniyor. Konulardan biri, “2016’da asgari ücretlerdeki artışın etkileri” üzerinedir.
Diğer üç konu ise, IMF’ye göre Türkiye ekonomisinin üç temel sorunudur. Bunlar inceleniyor ve üç önemli mesaja ulaşılıyor:
- Tasarruflar çok düşüktür; düşmektedir; cari açığı ağırlaştırmaktadır.
- Şirketlerin borçluluğu ağırlaşmıştır; riskler oluşmaktadır.
- Büyüme hızı düşmüştür; yakın gelecekte de düşük kalacaktır.
Sırayla inceleyelim:
(1): Düşük Tasarruflar mı? Yüksek tüketim mi?
IMF uzmanları ekonominin gidişatından, örneğin büyüme temposundan, cari işlem açıklarından hoşnut değiller. “Suçlu” teşhis ediliyor: Düşük tasarruflar… Üstelik durum, zaman içinde daha da bozulmuştur. AKP döneminde Türkiye’de tasarrufların mili gelire oranı çarpıcı (%18 → %13) boyutta düşmüştür.
Peki, tasarruflar neden düşüyor? Neoklasik geleneği izleyen araştırmalara, Türkiye’ye özgü koşullara bakıyorlar. Sonuç: “Araştırılan etkenlerden hiçbiri Türkiye tasarruf oranındaki hızlı düşüşü açıklayamamaktadır.” (s.9)
Niye açıklayamıyor? Neoklasik ve neoliberal yobazlığa teslimiyet nedeniyle… Keynes’in sağduyulu, basit öğretisini bilmedikleri için…
Tekil düzlemde de, ekonominin bütünü açısından da tasarruf, bağımsız değil, bağımlı (pasif) bir değişkendir. Sebep değil, sonuçtur.
Belirleyici değişken tüketimdir. O yüzden ders kitaplarında tüketimi belirleyen etkenler (“tüketim fonksiyonu”) incelenir. Gelirin tüketimden artan bölümü tasarruftur. Geliri aşan, borçlanılarak yapılan tüketim ise, “negatif (eksi) tasarruf” anlamına gelir.
Milli gelir düzeyi de üç harcama türü ile belirlenir: Tüketim, yatırım ve kamu harcamaları… Son ikisi, kapitalistlerin, devletin otonom (ayrıca incelenmesi gereken) kararlarına bağlıdır. Son tahlilde yatırım=tasarruf özdeşliği (tanım gereği) geçerlidir. Ancak, bağlantı, yatırım → gelir → tüketim → tasarruf halkalarından oluşur. Yatırımlar tasarrufları aşarsa, fark, dış tasarruflar (cari işlem açığı) ile kapatılır.
Tüketim eğilimi genellikle istikrarlıdır. Bazen önemli kurumsal, dışsal, siyasi değişiklikler tüketim eğilimini (“tüketim fonksiyonu”nu) veya aşağı kaydırır. AKP’li yıllardaki başıboş finansallaşma, (ihtiyaç, tüketici kredileri, kredi kartları) tüketim eğilimini hızla yukarı çekmiştir.
IMF uzmanları, tasarruf yerine, milli gelirde harcamaların bileşimine baksalardı, AKP’li yıllarda yatırım oranının sabit kaldığını, (özel ve kamusal) tüketim oranının hızla yukarı çıktığını; aradaki farkın da adım adım büyüyen cari işlem açıklarıyla (dış kaynaklarla) kapatıldığını ifade edeceklerdi.
IMF’nin orkestra şefliği altında hayata geçirilen bağlantı halkalarına bakalım: Sermaye hareketlerinde sınırsız serbestî → yüksek dış kaynak → enflasyon hedeflemesi → ucuz döviz + yüksek faiz → artan dış ticaret ve cari işlem açığı → artan finansallaşma → tüketim eğiliminin sıçraması…
Teşhis yanlış olunca çare (politika önerileri) de ters olacaktır. IMF uzmanları halk sınıflarının tüketimlerini azaltacak yöntemler öneriyorlar; ancak bunları “tasarrufları artırma” diye adlandırıyorlar: “Çok cömert” (s.14) olarak nitelendirilen emeklilik sistemini ve kıdem tazminatlarını makaslamak vatandaşları tasarrufa zorlayacakmış!
Doğru ifade etselerdi, “tüketim harcamalarının düşürülmesi” diyeceklerdi. Diyelim ki gerçekleşti ve vatandaşlar topluca tüketimlerini kıstılar. Telâfi edici ek bir harcama kalemi oluşmazsa, toplam tüketim harcamaları azalacak; milli gelir düzeyi, dolayısıyla ulusal tasarruflar da aşağı çekilecektir. Kısacası, beklenenin tam tersi…
Hem tasarruf, hem milli gelir düzeylerini birlikte yukarı çekecek tek yöntem, yatırım ve tasarruf oranlarını eş-zamanlı olarak artırmaktır. Bugünkü yapısal koşullar, bu sürecin ancak devletten başlayabileceğini gösteriyor. Alternatif bağlantı zincirini özetleyelim: Eşzamanlı kamu yatırımları ve vergi artışı → artan milli gelir → artan tasarruf oranı → tasarruf açığının düşmesi → düşen cari açık oranı…
Bu tür bir yaklaşımın ayrıntıları burada tartışılamaz. Ancak, AKP iktidarı ve neoliberal teslimiyet içinde gündemde değildir.
2016 Türkiye incelemesi ise, bu konuda havanda su dövüyor.
(2): Şirketlerin Dış Borçları Baş Ağrıtıyor
IMF uzmanları finansal bilgileri dikkatle inceliyorlar ve şirketlerin toplam (TL ve döviz) borçluluk oranlarındaki yükselmeye dikkat çekiyorlar. Endişeler döviz borçlarından kaynaklanmaktadır.
Bankaların dış kırılganlığına sadece bir kere değiniliyor: Şirketlerin döviz borçları ile döviz varlıkları arasında (“net döviz pozisyonlarında”) açılan makas, bunlara kredi açan “bankalar için de dolaylı döviz riski yaratacaktır.” (s.52)
Bankaların “sıcak para operatörleri” gibi dışarıdan dövizle borçlanıp, şirketlere TL kredisi açmaları, IMF’nin diğer çalışmalarında eleştirilmişti. Kredi/mevduat oranlarının yükselmesi ile de izlenebilen bu bozukluk, 2016 Türkiye’de vurgulanmıyor.
AKP’li yıllarda dış kaynak girişlerinin yatırımları değil, artan tüketimi beslediğine yukarıda değindim. IMF uzmanları, bu olgunun şirketler düzlemine yansımasını belirlemişler: “Şirketlerin artan döviz borçları, özel yatırımların büyümesine anlamlı katkı yapmamıştır.” (s.42)
Malûm bulgular IMF uzmanlarınca da kullanılıyor: Özel sektörün, şirketlerin dış borçlarında ve net döviz pozisyonlarında hızlı artışlar… Son yedi yılda şirket borçluluğu artışında, 20 “yükselen ekonomi” içinde Türkiye 2. sıradadır. İki olumlu gelişme ise, borçların vade yapısındaki düzelme ve takipteki kredi oranlarının düşük seyretmesidir.
Döviz geliri olmayan şirketlerin dövizle borçlanması 2009’da serbestleştirilmiştir. IMF uzmanları, bu gelişmenin dış borçlanmayı ve döviz riskli şirketleri artırdığına işaret ediyorlar. Döviz borçlarının üçte biri, enerji, inşaat, toptan ve perakende ticaret sektörlerinde yoğunlaşmıştır. Bunlar, döviz gelirleri düşük, dolayısıyla yüksek kur riskli sektörlerdir (s.45, 51-52).
Uzmanlar uyarıyor: “Uzun sürecek bir döviz kuru şoku, faiz ortamının da bozulmasıyla birleşirse bankalara da yansıyacak finansal gerilimlerle sonuçlanabilir.”
Çare? Bir zamanlar “tam kuralsızlık” idi; şimdilerde “düzenlemeleri gözden geçir; makro-ihtiyatî önlemleri güçlendir!”
Sermaye giriş-çıkışında denetim? Asla! “Makro” eklentisi ise, daima “yüksek faiz ve mali disiplin” anlamına gelir.
(3): Büyüme Hızı Düşüyor. Alın Yazısı mı?
Bir ekonominin önümüzdeki yıllara ait büyüme potansiyelini tahmin edebilir miyiz? Yakın geçmiş milli gelir serilerinden hareket edebiliriz. Geçmiş ve süregelen sermaye birikiminin dökümü, temposu, faal ve atıl emek gücünün nicelik ve niteliği, var olan koşullarda sağlanabilecek hasılanın ve sürdürülebilecek büyümenin üst sınırını belirler.
Burada tartışamayacağımız tahmin yöntemleri söz konusudur. Basit ve sağduyulu bir yöntemi kullanarak 1997-2011 dönemi için %4,12’lik bir potansiyel büyüme hızı hesaplıyorum. Sonrasında, bugünlerde ise, ekonominin potansiyel büyüme hızının yarım puan civarında düşmekte olduğunu tahmin ediyorum. Nedenlerine aşağıda değineceğim.
IMF de büyüme potansiyeli üzerinde kötümser teşhisler içeriyor. İkişer-üçer yılda değişebilecek etkenlerin belirlediği farklı bir tanım kullanıyor: “İstikrarlı enflasyonla tutarlı bir hasıla düzeyi…” (s.59). Bunun, yukarıda kullandığım “sürdürülebilir büyümenin üst sınırı” olmadığını açıkça belirtiyor. Savunulması (bence) imkânsız bir üretim fonksiyonuna da baş vuruyor. Sonunda, 2015-2020 için büyüme potansiyelini %3–3½ aralığında tahmin ediyor.
Bu, iyimser senaryodur. Gerçekçi öngörü ise vahimdir: Tasarruf oranı yükselmez ve telafi edici dış kaynaklar gelmezse potansiyel büyüme %2 dolaylarına dahi düşebilecektir (2016 Türkiye, s.67). Yani, kişi başına milli gelirde sıfır büyüme gündemdedir.
Hiç mi umut yok? Neoklasik/neoliberal ittifak, “toplam faktör verimliliği” kavramına önem verir. Bu anlamdaki verim artışları, onlara göre, “piyasa dostu reformlar” sayesinde kaynak tahsisinin daha iyi (“etkin”) kullanılması ile sağlanabilir.
2016 Türkiye çalışması da aynı (örneğin 10. Plan’da içerilen) doğrultuda “reformlar” yapılabilirse Türkiye ile zengin ülkeler arasındaki farkın daralabileceğini ileri sürüyor. Ancak, iyimser de değil: “Bunlar henüz uygulanmadı; zaman alacaktır; ne kadar da etkili olacağı belli değildir.” (s. 67).
Peki insan gücünün, eğitimin niteliği? 2016 Türkiye çalışmasına Türkiyeli iktisatçıların da katkı yaptığı anlaşılıyor. Onlar, bugün “dindar ve kindar bir nesil yetiştirme hedefine odaklanmış” yobaz bir iktidarı kalıcı mı gördüler? 2016 Türkiye çalışmasının büyüme öngörülerini bu kötümserlikleri mi etkiledi?
Bu alın yazısı kabul edilemez. Türkiyeli uzmanlar iktisat bilgilerini tazelesinler; AKP iktidarının kalıcı olamayacağını algılasınlar; kötümserliklerini aşsınlar.
Durgun, bitkisel bir geleceğe mahkûmiyeti aşmanın anahtarı sermaye birikimidir. Âtıl emek gücü, sermaye birikim temposu sıçrarsa üretime çekilebilir. Yatırımlar, artan dış açığa bağımlılığı artırmaz; tam aksine tasarruf oranlarını sürükler; yukarıya çeker. İnsan gücünün, eğitimin niteliğini, verim artışlarını sürükleyecek sıçramaların; teknik ilerlemenin, teknolojik atılımların tetikleyicisi olur.
2016 Türkiyesi, yobaz bir orta-çağ geleceğine mahkûm olamaz. Ancak, özgürleşme, artık, dış ve iç cendereleri aşabilecek devrimci bir dönüşümü zorunlu kılmaktadır.