2016’nın üç-dört ayını kapsayan istatistikler yayımlandı. Kuşbakışı bir gezinti yapmanın zamanıdır.
İyi Haber: OECD’de büyüme rekoru!
Mehmet Şimşek’in keyifle ilan ettiği iyi haberle başlayalım: Milli gelirin Ocak-Mart 2016 tahminleri yayımlandı ve Türkiye ekonomisinin bir önceki yıla göre %4,8’lik bir tempoyla büyümüş olduğu belirlendi.
Batı ekonomilerine Türkiye, Kore, Şili ve Meksika’yı ekleyin, OECD’nin 34 üye listesine ulaşırsınız. Ekonomi bürokratları, listedeki ülkelerin büyüme verilerine ulaşarak Türkiye’nin 2016’ya ilk sırada girdiği müjdesini Şimşek’e ulaştırmışlar.
Bu ortalamanın alt öğelerine bakalım. Göreceğiz ki yüksek büyüme temposu tümüyle özel ve kamusal tüketimden kaynaklanmıştır. Özel tüketimdeki büyüme hızı %6,9’dur. Devletin cari harcamaları ise, daha da yüksek bir tempoyla (%10,9 oranında) artmıştır. Seçim vaatlerinin hayata geçirilmesi (örneğin asgari ücret artışları) katkı yapmıştır.
Yabancı sermaye girişleri Ocak-Mart 2016’da, 12 ay öncesine göre %27 oranında artmıştır. Türkiye’de dış kaynak girişlerinin tüketimi beslediğini biliyoruz. Bu durumun, 2016 başında da geçerli olduğu anlaşılıyor.
Bu iki tüketim kalemi toplamının (sabit fiyatlarla) milli gelirdeki payı, %82’ye çıkmıştır. Önceki beş yılın (2011-2015’in) ortalaması %77,9’dur. Sağlıksız bir bağımlılık türü olan “dış kaynak girişlerinin tüketimi beslemesi”, 2016 başında da (üstelik artarak) süregelmektedir.
Ekonominin geleceği açısından önem taşıyan iki kritik öğe ise olumsuz seyretmiştir. Sabit sermaye birikimi %0,1 oranında gerilemiştir. Mal ve hizmet ticareti ise, milli geliri aşağı çekmiştir. Zira (TL ile hesaplanan) ithalat artışı, ihracattaki büyümeyi aşmıştır.
Aklınıza gelebilecek soruyu ben ifade edeyim: “Tüketime dayalı büyüme refah artışı değil mi? Niçin eleştiriyorsunuz?”
Elbette refah artışıdır. Ne var ki, tüketim oranının artması, tasarruf payının aşınması demektir. Tüketim ve sermaye birikimi yurt içi üretimle karşılanamazsa, dış kaynak akımları devreye girer. Nedir bunlar? Dış borçlar, spekülatif sıcak para, kamu varlıklarını, bankaları satın alan yabancı sermaye…
Günü gününe yaşamak da bir hayat tarzıdır; hatta bir yönetim felsefesidir: “Yürüdüğü kadar gider; inceldiği yerden kopar…” Seçimler kazanılır; sicim koptuğunda bir suçlu elbette bulunur: Faiz lobisi, Ergenekon, paralelciler, CHP… Tümünü kapsayan suçlama dolaşıma girmiştir bile: Teröristler ve destekçileri…
Cankurtaran simidi ucuzlayan petrol mü?
2015’in son üç ayında büyüme hızı %5,7’ye sıçradı; Ocak-Mart 2016’da %4,8’i tutturdu. Bu altı aylık dönemi, 12 ay öncesiyle karşılaştırın, %5,3’lük bir büyüme temposu elde edeceksiniz.
Var olan emek gücü, sabit sermaye stoku, doğal kaynaklar, yapısal kısıtlar ve yatırım eğilimleri, Türkiye ekonomisi için orta dönemde %3,5 civarında bir büyüme potansiyeli veriyor. IMF tahmini ve kendi hesaplamalarım, farklı yöntemlere rağmen birbirine yakın sonuçlar çıkarıyor.
Kısa dönemlerde gerçekleşen büyüme temposu bu potansiyeli aşabilir; ancak nesnel kısıtların zorlanması ekonomide ısınma belirtilerine yol açar: Örneğin, enflasyonda ve cari işlem açığında artışlar… Hızlı büyümenin gerçekleştiği son altı aya bakalım. Hem cari açık daralmış; hem de enflasyon aşağı çekilmiştir.
Büyüme temposu potansiyel sınırları aşarken ekonomi niçin ısınmadı? İstisnaî, geçici olanaklar mı gerçekleşti?
2015’te bunlardan ikisi söz konusu olmuştu: Tarımın, AKP yıllarının rekorunu kırarak %7,6 oranında büyümesi ve ithal enerji faturasındaki düşme...
Ocak-Mart 2016’da tarım sektörünün bu istisnaî katkıyı sürdürmesi söz konusu değildir. Sektörün büyüme hızı (%2,7) 12 ay öncesinin çok gerisindedir. Esasen tarımsal üretimin kış aylarında milli gelire ve ekonominin büyüme temposuna katkısı asgari düzeydedir; ihmal edilebilir.
Süregelen katkı, ham petrol fiyatlarındaki düşmedir. 2016’nın ilk üç ayında bu olumlu etken sürmektedir; önemi artmıştır. Bu yılın ilk dört ayında dolar cinsinden enerji faturasındaki düşmeyi, döviz fiyatlarını kullanarak TL’ye çevirin. İthal enerji maliyetlerinin %31 oranında düştüğünü hesaplayacaksınız. Önceki bir yazıda 2015’in tümü için benzer bir hesaplama ile “ucuzlayan petrol katkısını” %14 olarak belirlemiştim.
Bu, 2015’te ve Ocak-Mart 2016’da büyüme hızını da yukarı çeken, önemli bir etkendir: Tüm üretim kollarında, öncelikle sanayide ithal girdilerin ucuzlaması ülke-içi katma değeri ve (üretim yoluyla hesaplanan) milli geliri yukarı çeker.
Ham petrol fiyatındaki ucuzlama kalıcı olsaydı, ekonominin büyüme potansiyelini yeniden tahmin etmemiz; yükseltmemiz gerekirdi. Ne var ki, bu iyimser beklenti geçersizdir. İthal enerji maliyetinin 2016 başlarındaki düzeyde kalması beklenmiyor. Son iki ayda Brent petrol fiyatı %20 oranında artmıştır.
Bu durumda, Türkiye ekonomisinin orta dönemde %3,5’lik, göreli olarak durgun bir büyüme patikasına mahkûm olduğu söylenebilir mi?
Ekonomiye dinamizm taşımakta olan, daha kalıcı katkılar söz konusu mudur?
Bir ihtimal daha var. Tartışalım.
Bir ihtimal daha var: Suriyeliler…
Türkiye ekonomisindeki içsel durgunlaşma etkenlerini özetleyelim: Emek rezervleri hâlâ küçümsenmeyecek boyuttadır; ancak giderek aşınmaktadır. Çalışma yaşındaki nüfusun yarısı işgücü piyasalarına katılmamaktadır; ama, bunları üretime çekecek sermaye birikim temposu bir türlü gerçekleşememektedir…
Böyle bir ekonomide, işgücü arzının bir-iki yıl içinde %7-8 oranında arttığını düşününüz. Emek maliyetlerinin hızla aşağı çekilmesi, kâr oranlarını artırmaz mı? %20 eşiğine takılmış yatırımları yukarı çeken bir ivme başlamaz mı? Ekonominin büyüme potansiyeli de yükselmez mi?
Türkiye’de üç milyona ulaştığı ileri sürülen Suriyeli sığınmacıların, ekonomiye bu tür bir etki taşıdığını düşünmeliyiz. Çoğunluğunun kalıcı olduğu anlaşılmaktadır. Kamplardakiler, toplamın (galiba) onda biridir. Önemli bir bölümü, artık, işçi, işsiz, esnaf, kayıt-dışı (“enformel”) emekçiler olarak ekonominin aktif öğeleridir.
Kayıtlı göçmen nüfus, her yerde, ekonominin “yerleşikler” kategorisine katılır; katkıları, yükleri orada hesaplanır.
Bizim istatistiklerimizde üç milyon insan, “yerleşik olmayanlar” tanımı içinde mi yer alıyor? Olamaz; zira bu ifadeyle kastedilen, turistlerdir. Yukarıda incelediğimiz milli gelir hesaplarına bakınız. Orada, “yerleşik olmayanların ülke içinde tüketimleri” kalemi yer alır. Turizm gelirleri bu öğe içinde (“hizmet ihracat gelirleri” olarak) kapsanır.
Üç milyon Suriyeli turist değildir. Onların Ocak-Mart dönemindeki tüketim harcamaları, milli gelir hesaplarının neresinde yer alıyor? Bu harcamalar, devlet bütçesinden, vakıflardan, kamusal veya özel transferlerden (“yardımlar” biçiminde) yapılıyorsa milli gelir düzeyini etkilemez. Servet (altın, mücevher, döviz) satışları yoluyla veya işçi, emekçi, işveren olarak üretim sürecinde elde edilen gelirler ise geri kalan tüketim harcamalarının kaynağıdır. 2016 başında %6,9 oranında artan özel tüketim harcamalarında Suriyelilerin bu türden katkıları yer almaktadır.
İşgücü piyasasında kayıtlı-kayıtsız konumda yer aldıklarında ücretleri aşağı çekerler; şu anda “yerleşik” konumda olan insanlarımız (TC vatandaşları) ile rekabet etmiş olurlar; bazen onları işsiz konuma getirirler. Suriyeliler de “yerleşik” sayılsaydı, işgücü toplamı içinde yer alırlardı. Bir TC vatandaşı yerine bir Suriyeli işe alındığında işsizlik oranı aynı kalırdı; sadece işsizlerin kimliği, profili değişirdi.
Yüzbinlerce yeni insanın katılımı ekonomik hayatı etkilemekte; ancak istatistiklerde yer almamaktadır. Yer alsaydı, istihdamın bileşimindeki değişme, kısa dönemde toplam gayri safi milli hasıla düzeyini etkilemezdi. Ancak (“nüfus” tanımı genişlediği için) kişi başına milli gelir düşerdi.
Yukarıda değindiğim daha uzun dönem sonuçlar ise, işlemeye başlamıştır: İşgücü arzındaki kalıcı artış, kâr oranını, yatırımları, büyüme potansiyelini etkilemekteyse, bunları er-geç istatistiklerde gözleyeceğiz; ancak, nedenleri algılamakta gecikeceğiz.
Son altı ayda, büyüme hızının, ısınma belirtilerine yol açmadan yükselmesi, Suriyelilerin ekonomiye katkılarının da bir yansıması mıdır?
Bu soruyu tartışmaya başlamak için, bu üç milyon insanın, Türkiye ekonomisinin, nüfusunun öğeleri olarak istatistiklere katılması gerekmektedir.