Geçtiğimiz yılların deneyimlerinin gösterdiği üzere, toplumun farklı kesimlerinin protestoları, direnişleri ve mücadeleleri, hatta halk ayaklanmaları, yani kitlelerin kendi başlarına yaptıkları çıkışlar, düzen değişikliği sağlamaya yetmiyor. Gerçek bir düzen değişikliği için, farklı toplum kesimlerinin mücadelelerini ortak hedefler doğrultusunda birleştirebilecek olan bir siyasal aygıtın varlığına duyulan gereksinim sürüyor.
Ama sol örgütlerin ve partilerin varlığı da, düzen değişikliği sağlamaya yetmiyor. Ezilen ve sömürülen kitlelerin gerçek bir toplumsal ve siyasal güç hâline getirilebilmesi gerekiyor. Bu da, tek başına “birleşin” çağrılarıyla ya da emir vererek olmuyor.
Sorun, tek tek sol örgütlerin üye sayılarıyla sınırlı değil. Sadece kendi üyelerine önderlik edebilen sol örgütler, üye sayılarını göreli olarak artırmayı başardıklarında bile, kitlelere önderlik etmeyi başaramayabiliyor.
Bunda, ilerletici hedefler doğrultusundaki toplumsal mücadeleleri güçlendirmekten çok kendi bayrağını daha görünür kılmaya çalışma alışkanlığının da payı var.
Oysa sol örgütlerin asıl başarması gereken şey, kendi fikirlerini, kendi önerilerini benimseyen halk önderlerinin sayısını artırmak. Bunlar, sol örgütlerin üyeleri de olabilir. Ama bir siyasal örgütün toplumsal ölçekteki gücünün en önemli göstergelerinden biri, üyesi olmadıkları hâlde onun fikirlerini benimseyen halk önderlerinin ve bu önderlerin peşinden giden kişilerin sayısıdır.
Benzer şekilde, bir siyasal örgütün üyelerinin kazandığı yöneticilik konumlarından daha önemlisi, o siyasal örgütün, örgütsüz ya da başka örgütlerin üyeleri bile olsalar, en uygun kişilerin o konumlara gelmesi için çaba harcadığını gösterebilmesidir.
Diğer yandan, yöneticilik konumlarının (siyasal mevzilerin) kazanılması, toplumsal hareketleri güçlendirme hedefinin bir alternatifi olarak değil, bunun bir aracı olarak değerlendirilmeli.
Bunun önündeki engellerden biri de, halkın siyaset ve siyasetçiler hakkındaki güvensizliğinin artmış olması. Bu, sağcılardan çok solcuları ilgilendiren bir sorun, çünkü sağ, diktatörlük dönemlerinde görülebildiği üzere, partiler olmadan da işlerini yürütebiliyor. Buna karşın sol, parti ya da cephe türü siyasal aygıtlar olmadan mücadele etme şansına sahip değil. Siyasal aygıtların halka güven verebilmesi içinse, özellikle günümüzün dünyasında, şeffaflık, katılımcılık ve verilen mesajların boş sözlerden ibaret kalmaması daha bir önemli.
Gerçek bir düzen değişikliği mücadelesi için, toplumsal hareketlerin çeşitliliğini dikkate almak ve buna saygı göstermek, ama aynı zamanda ortak hedefler temelinde birlik sağlayabilmek gerekiyor. Bu da, sadece tavanda birliktelikler kurma yoluyla gerçekleştirilmez.
Farklı bir toplumsal düzenin propagandasının yapılması da yetmez. Kâr mantığına ve onun ürünü olan toplumsal ilişkilere mahkûm olunmadığını, insanı temel alan ve dayanışmacı toplumsal ilişkilerin kurulabileceğini, birleştirici mücadelelerle, somut olarak gösterebilmek gerekir. Yerelliklerde, üniversitelerde, sendikalarda vb. vb.
Kuşkusuz, bunu yaparken, yerelciliği, apolitizmi, sendikalizmi ve dar iktisadi çıkarların savunuculuğunu aşma mücadelesi de yürütülmeli...
* * *
Yukarıdakiler, daha önce de bu köşeye konuk olan Marta Harnecker’in, Latin Amerika’daki sol mücadele deneyimlerinden hareketle kaleme aldığı somut değerlendirme ve önerilerin çok küçük bir kısmı. Bir kez daha, çeviriden çok uyarlama söz konusu...
Ülkemizde, solun ne yapması gerektiği hakkındaki tartışmalarda genellikle ihmal edilen bir soru var: İşçi sınıfının (ve bugün aynı anlama gelmek üzere halkın çoğunluğunun); kendi kurtuluşunu kendi elleriyle gerçekleştirmesi nasıl sağlanabilir? Bir başka deyişle, ezilenler ve sömürülenler, farklı bir düzen için yürütülen mücadelenin gerçek öznesi hâline nasıl getirilebilir?
Evet, bunun için öncülüğe ihtiyaç var. Ama “yöneticilik” anlamındaki bir öncülükten çok, “ön açıcılık” anlamındaki bir öncülüğe!
Böylesi bir öncülüğün nasıl hayata geçirileceği, ancak somut olarak ve deneyimlerden hareketle tartışılabilir. Harnecker’in ayırt edici özelliklerinden biri, pek çok Marksist teorisyenden farklı olarak, tam da bunu yapmaya çalışması.
Lenin de aynı sorunu hem Ekim Devrimi öncesinde hem de sonrasında somut şekillerde ele almıştı.
Metin Çulhaoğlu’nun çevirdiği ve yeni baskısı bu ay Yordam Kitap tarafından yayımlanan Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine başlıklı Lenin derlemesi, kanımca, “Leninist öncülük”ün gerçek içeriğinin daha doğru anlaşılmasına katkıda bulunabilecek bir eser. Marx ve Engels gibi Lenin de, her şeyden önce, işçi sınıfını kendi kurtuluşunun öznesi hâline getirmenin yollarını aramıştı.
Bir düzine gerçek devrimcinin varlığı, elbette başka pek çok şeyden önemlidir. Ama şunu da sormak zorundayız: Onları gerçekten devrimci kılacak olan şeyler nelerdir?