'Dünya barışına açık ve güncel tehdit: Clinton'

Yazının başlığını Gilbert Mercier’in bir makalesinden ödünç aldım. (CounterPunch, 21. Ekim).

26 Ekim 2016 tarihli Moon of Alabama sitesinde Hillary Clinton’un saldırgan dış politika yönelişini tartışan yazıya, okurlardan biri tek cümlelik bir yorum eklemiş: “Savaş suçlusu Hillary, insanlık adına 8 Kasım seçimini yitirmelidir.”

ABD Başkanlık seçimleri dört gün sonra yapılıyor. Yukarıdaki iki alıntı istisnaî değildir. Donald Trump’a karşı favori gösterilen Clinton’a soldan gelen son saldırıların üslubunu temsil etmek üzere rastgele seçilmiştir.

Clinton’a “soldan gelen son saldırılar” dış politikaya odaklandı. İçe dönük “sol” eleştirilerin bir bölümünü Bernie Sanders, Demokrat Parti adaylık mücadelesi sırasında dile getirmişti ve rakibinin Wall Street ile ilişkileri ve neoliberal eğilimleri üzerinde odaklanmıştı. Clinton ise, bu baskıları, seçim platformunu bir parça sola kaydırarak (örneğin Obama’nın büyük önem verdiği TPP Anlaşması’na karşı çıkarak) geçiştirmişti. Bu sayede, adaylığı kesinleştikten sonra “ılımlı sol” (ABD siyaset terminolojisine göre “liberal”) çevrelerin Trump’a karşı desteğini de sağlayabilmişti.

Bugünlerde ise, Amerikan solunun ilerici, sosyalist kanadı, siyaset hayatı boyunca Hillary Clinton’un ABD emperyalizmin saldırgan politikalarına yaptığı katkıları hatırlatıyor.

***

Peki, Clinton’u “dünya barışına karşı bir tehdit, bir savaş suçlusu” olarak nitelendiren eleştiriler hangi olgulara dayanıyor?

“İnsan hakları emperyalizmi” doktrininin uygulayıcısı Bill Clinton’un sicili, karısını suçlamak için kullanılamaz; ama etkileri inkâr edilemez.

2003’te Başkan Bush’a Irak savaşı için yetki veren karar tasarısına New York Senatörü olarak “evet “ oyu vermiş; yıllar sonra “pişman olduğunu” ifade etmiştir. Pişmanlık beyanının samimi olmadığı, 2009-2013’te Obama’nın Dışişleri Bakanlığı boyunca ortaya çıkacaktır.

İlk marifeti, 2009’da solcu Başkan Zelaya’ya karşı Honduras’ta yapılan askeri darbeye destek vermesidir. 2010’da Haiti Başkanlık seçimlerinin ilk turunda üçüncü gelen Michel Martelly’nin elenmesini baskı yoluyla engellemiş; “ABD dostu” bu kişiyi iktidara taşımıştır.

Obama’yı Libya’ya karşı NATO saldırısına ikna eden kişinin Dışişleri Bakanı Clinton olduğu biliniyor. “Zafer”, 20 Ekim 2011’de Fransız uçaklarının saldırısı sonunda Kaddafi’nin önce yakalanması; sonra da öldürülmesiyle gerçekleşiyor. O tarihlerdeki BBC haber bülteni, “Kaddafi’nin bir bıçak veya sırıkla tecavüze maruz bırakıldıktan sonra” öldürüldüğünü duyuruyor. Bir yıl sonra (20 Ekim 2012’de) Guardian’da Martin Chulow, tanıklarla konuşuyor; ölüm öncesi filmleri inceliyor ve sözü edilen tecavüzün, “çamurda yatan Kaddafi’ye bir mücahit tarafından süngü ile” gerçekleştirildiğini ifade ediyor.

Bu sahnenin videosu TV’lerde gösterildi. ABD Dışişleri Bakanı’nın aynı sahneyi izlediği bit TV programını da tesadüfen izledim. Clinton’un yüzünde donuk (herhalde “muzaffer”) bir bakış ile “veni, vidi and he’s dead” dediğini bugünkü gibi hatırlıyorum. Bu, Jül Sezar’ın M.Ö. 47’de bir savaş galibi olarak (elbette Latince) söylediği rivayet edilen “veni, vidi, vici” (“geldim, gördüm, yendim”) ifadesine öykünmedir. Hanımefendinin “muzaffer savaşçı” ruh hali, bir yıl bile sürmedi. 11 Eylül 2012’de ABD Bingazi Konsolosluğu, Libyalı “başka mücahitler” tarafından işgal edildi; Büyükelçi Stevens öldürüldü. Nato devletleri ve ABD Libya’dan kaçtı; ülke çeşitli cihatçı gruplar arasında paylaşıldı.

Bizi fazlasıyla yakından ilgilendiren Suriye gündemine bu noktada girildi.

***

Önce Dışişleri Bakanı olarak, şimdi de ABD Başkan adayı olarak Hillary Clinton’un Suriye ile ilgili programı, görüşleri nedir?

Türkiye siyaseti ile Hillary Clinton’un Suriye politikaları arasındaki bağlantı üzerinde Cerablus operasyonundan sonra, 2 Eylül’de yayımlanan bir yazımdan aktarma yapacağım.

Dışişleri Bakanlığı döneminde Clinton’un Başkan Obama’ya göre çok daha ‘şahin’ konumda olduğu hatırlatılıyor. Libya senaryosunun Suriye’de tekrarını benimsediği; Esad’ı devirme seçeneğinden hiç vazgeçmediği; Nusra’cı cihatçılarla işbirliğini dahi savunduğu bilinmektedir. Seçim kampanyası kadrosu da bir ‘savaş kabinesi’ görünümündedir. Başkan Yardımcısı adayı, ABD Kongresi’nin savaş lobisinin önde gelen temsilcilerinden Virginia Senatorü Tim Kaine’dir. Ukrayna darbesinin mimarlarından Victoria Nuland, Dışişleri Bakanlığı’nın; neo-con eğilimleri iyi bilinen Michele Flournoy ise Savunma Bakanlığı’nın olası adayları olarak öne çıkmıştır.”

“Clinton’un seçim kampanyası bildirisinde Suriye ile ilgili bölümleri aktaralım: Amerikan savaş birlikleri Orta Doğu’da yüksek maliyetli bir kara savaşına sokulmayacaktır. Buna karşılık havada uçuşa yasak, karada ise güvenli bölgelerin oluşturulması Esad’ın uzaklaştırılması ve IŞİD’e karşı savaşta Suriyelileri birleştirmek için gereklidir. Suudilerin, Katarlıların, diğer Arap ortaklarımızın ve Türklerin üstlenmeleri gereken roller (görevler) kendilerine hatırlatılmalıdır. Rusya ve İran ise, meşruiyeti olmayan zalim bir diktatörü destekleyerek istikrarın sağlanamayacağını fark etmelidir.”

“Clinton, bu stratejinin Rusya ile gerilim yaratacağını kabul ediyor; ancak, bu riskin çatışmaya yol açmayacağını düşünüyor.”

“Bu, aslında, bir savaş programıdır. Türkler ve Araplar için açıklanmayan ‘görevler’ nelerdir? Herhalde, ‘Amerikan postalları’nın bulaşmayacağı kara savaşlarının üstlenilmesi kastedilmektedir.”

“Ocak 2017’de Hillary Clinton Beyaz Saray’a geçtiğinde kalıcı bir barışın gerçekleşmediğini ve TSK’nin hâlâ Suriye’de olduğunu düşünün. Yeni Başkan’ın Suriye programının ön-koşulları olgunlaşmıştır: ‘Uçuşa yasak güvenli bölge’ fiilen oluşmuştur; Türkiye’nin denetimindedir. Görev tanımı değişirse TSK, Esad’ın devrilmesini de hedefleyen ‘Suriye’nin işgal gücü’ konumunu üstlenecektir. Körfez’den gelecek paralı askerlerle işbirliğine (İslam Ordusu’na) niçin itiraz etsin?”

Bugüne gelelim. İslamcı faşizme tam geçişin sınırlarındayız. Bu sınırın aşılması, iktidar değişikliği fiilen imkânsız kılındığı zaman gerçekleşecektir. Bugünkü koşullarda bu son adım, Başkanlık rejiminin kesinleşmesidir. Cumhurbaşkanı, bu adımın atılmasını fevkalâde kolaylaştıracak, adeta kesinleştirecek bir “veni, vidi, vici” arayışı içindedir. Hedefler sıralanıyor: El Bab, Münbiç, Rakka, Telafer … Özlem düzlemlerinde de Musul ve Halep…

Bu arayışlar, Clinton’un Başkan seçilmesi halinde 2007’de gündeme gelebilecektir. ABD uçaklarının tam desteği altında, Suriye’yi IŞİD’den ve Esad’dan temizleyen TSK liderliğinde bir İslam Ordusu…

Peki, Clinton’un Suriye’de “Kürt birliklerinden yararlanma gereği” üzerindeki demeci bu senaryo ile uyumlu mu? Niçin olmasın? ABD diplomasisi, Kürt kantonlarının mevcut statüsünü koruyan; PYD birliklerinin daha ileri gitmesini engelleyen bir çözümü bizimkilere de kabul ettirebilir.

Cumhurbaşkanı, Obama’ya, “Rakka’yı birlikte alalım” demiş. Uçaklar ABD’den, kara kuvvetleri Mehmetçikten oluşan bir “birliktelik” Clinton’a uyar. Zafer ve (sözde) fetih tutkusu (herhalde) bizimkileri de sürükleyecektir. Yeter ki tek sesli hale gelen OHAL medyası, kısa bir süre için “kahramanlık menkıbeleri ve fetih efsaneleri” üretimini geliştirsin.

Sonrası, Allah kerim…

***

Peki, “liberal” Batı medyasında “sağcı popülist”, kimi solcularca “faşist, ırkçı” olarak yaftalanan Donald Trump, ABD emperyalizmi için daha uygun bir Başkan değil midir?

Bu konuda doğru bilgilere ve sağduyuya ihtiyaç var.

Sağduyulu bir yorum, Gilbert Mercier’in yukarıda değindiğim makalesinde, dış siyasette “neo-con”, iktisatta neoliberal olan Clinton’un konumunu teşhis ederek başlıyor:“[ABD] emperyalizmini korumak ve genişletmek söz konusu olduğunda neoliberal ve neo-con [konumlar] çakışır… Neo-con çoğunluk Yahudidir ve kentli seçkinlerdir; onların doğal ortamı iktidar koridorlarıdır; Alabama’nın çamurlu tarlaları değil...” Trump ise, milyarderdir; ama söylemi, “Güney’in [tutucu] İncil kuşağı ile Kuzey’in paslanmış fabrikalarının mavi-yakalı işçileri” ile ortaktır.

Dış politikada, Trump, George W.Bush’un temsil ettiği saldırgan emperyalizme değil, Irak savaşına “hayır” oyu veren tek Cumhuriyetçi olan Ron Paul’e, ABD muhafazakârlığının “içe-kapanmacı” geleneğine yakındır. Orta Doğu konusunda savaşçı değil, müzakerecidir: “Esad’ı devirmeye değil, IŞİD’e odaklanmalıyız. Nükleer bir güç olan Putin’i Hitler’le karşılaştıran Clinton, onunla nasıl müzakere edebilecektir? Clinton’u dinlersek Suriye yüzünden Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleniriz.”

Tarihçi Immanuel Wallerstein de bilgeliğini konuşturuyor. Trump’ı beğenmiyor; ona oy vermeyeceğini belirtiyor ama Amerika’nın liberal çevrelerinde yaygınlaşan anti-Trump saplantıları eleştiriyor: “Anti-Trump’çı muhalefet isterik bir nitelik kazanıyor. Bu isteri, bence, Trump’un Kurulu Düzen’in denetimi altında olmamasından kaynaklanıyor. Gerçek gündemi üzerinde verdiği ipuçlarına bakınız: Serbest ticaret anlaşmalarını desteklemiyor. Küba’yla veya İran’la anlaşmaya karşı çıkmıyor. Kürtaj ile fazla ilgilenmiyor. Yüksek varlık sahiplerinin vergilerinin artırılmasına da açık…”

Bu tür bir program, Wallerstein’e göre, “Trump’un seçilmesinin ABD’yi temelden ve kalıcı biçimde dönüştüreceği” endişelerinin geçersiz olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, onu ayrıştıran ana öğe, Müslümanları hedefleyen göçmen karşıtlığıdır.

Bu özelliği, bizi yakından ilgilendirmiyor. Dört gün sonra oy verecek değilim; ama, Türkiye’nin İslamcı faşizme sürüklenmesini hızlandırma olasılığı yüksek olan savaş kundakçısı Bn.Clinton’un seçimi yitirmesini yeğlerim.

Amerikalı arkadaşlarımın üzülmesi pahasına da olsa…