Yüzde biri lüks içinde yüzdürüp obez ederken yüzde 99’u açlık tehdidiyle baş başa bırakan; eşitsizliğin ve adaletsizliğin kitabını yazarken özgürlüğü kısıtlayıcı yeni otoriter maceralara dalan; ayrımcılığın her türünü pompalayıp kâr güdüsünün peşinde sömürüyü maksimuma çıkaran; freni olmayan gericilik, din tüccarlığı ve ayartı dolu milliyetçilikle milyonları uyutan; doğayı bitirip yediğimizin, içtiğimizin tadını kaçıran; soluduğumuz havadan yudumladığımız suya hayatımızın her anını zehirle kuşatan ve Stephen Hawking’in “en son ölçümleri”ne göre “yüz yıl içerisinde terk edilmesi zorunlu” hâle gelen bu distopik dünyanın ve düzenin orta yerinde, distopik romanlar okuyoruz bir yandan da.
Ütopyanın o umutlu, özgürlüğe ve eşitliğe dair yenilikçi kurgular barındıran, hayal gücümüzü kışkırtan, ayaklarımızı yerden kesen yok-dünyasını terk ettik; “ya barbarlıksa o gelen”, “ya dip karanlıksa” diye vahvahlana vahvahlana ilerliyoruz sayfaların ve bugünümüzün/geleceğimizin karanlık yüzünü anlatan kitapların arasında. Rosa Luxemburg’dan miras “Ya sosyalizm, ya barbarlık” sloganının iki ihtimalli olumsallığı bile terk edilmiş, anlatılanlar hep barbarlık istikametinde.
Bizdeki adı Damızlık Kızın Öyküsü olan TheHandmaid’sTale’i okuduk yakın zamanlarda, Margaret Atwood’dan. Aynı günlerde dizisi de çekilip yayınlandığı için görece popüler olduğu bir döneme denk geldi. İlk olarak 1985’te yayımlanan bu distopik anlatının “Ya barbarlık, ya barbarlık” esaslı dünyasında, İncil’de de var olan ve kadınları sınıflayarak kimilerini “damızlık çocuk üreticileri”ne çeviren patriyarkal düzen anlatılıyor özünde.
Kutsal kitaba dayalı yönetim yahut teokrasi, “kendiliğinden distopya” aslında. Teokrasinin/şeriatın gerekleri ve buyrukları doğrultusunda “sonuna kadar gidildiğinde”, distopyanın âlâsı zaten karşınızda.
Sonuna kadar gitmek ise onun “natura”sında var. Evet, kâr güdüsünün peşinde sınırsız büyümeye dayanan kapitalizm gibi, gericiliğin de freni yok bu anlamda. Kimilerinin yutturmaya çalıştığı hâliyle “ılımlılık” yahut “mütedeyyin muhafazakârlık” gibi formüller bir yere kadar iş görüyor; din, özel yaşam alanından çıkıp siyasal/toplumsal hayata geçtiğinde, bu ılımlılık başlangıç noktası olarak alınıyor ve “frensiz” bir biçimde en uca, radikal olana, dip karanlığa, şeriata doğru eğik bir düzlemde kaya kaya hızla ilerleniyor.
Yaşadıklarımızla distopik kurgular arasındaki önemli bir paralellik bu.
Atwood’un kurgusuna dönersek, burada resmettiği karanlık gelecek, özellikle kadınlar için daha da koyulaşıyor. Baskıyı sürekli artıran, her şeye müdahale ede ede sonunda bedene de ulaşan, ruhu ve bedeni birlikte tecrite mahkûm eden, kadınları bir tür toplumsal görev bölüşümü dâhilinde sınıflandıran ve kimilerini seks köleliği, kimilerini “hanımlık” gibi kompartımanlara kapatan erkek egemen, sağcı ve muhafazakâr düzenler, biyo-iktidarlar dünyasından çıkıveren bir distopya bu.
İster ütopya ister distopya isterse “nötr” bir bilim kurgu olsun, çoğu gelecek toplum kurgusunda, tıpkı bu eserde olduğu gibi, insanların soluk alıp verdiği atmosferi örebilmek, bir anlamda gerçek ile hayalin birbiri içerisinde eriyişinin kıvamını tutturabilmek ön plana çıkıyor. Edebî açıdan bakıldığında, bu tür anlatıların temel meselelerinden biri bu galiba. Hafiften bir boşluk/ belirsizlik/ bilinemezlik/ kararsızlık havası iyi verilir, okur geleceğin bu sisli ve gölgeli atmosferinde isabetli tahminlerle yol alabilirse kurgunun etkisi de artıyor. Bu atmosfer çoğu zaman olay örgüsünden, kahramanların inşasından vb. daha önemli olabiliyor.
İkinci sırada değineceğimiz kitap da, atmosfer oluşturma konusunda ilki denli başarılı. ChinaMiéville’denŞehir ve Şehir, daha yakın tarihli, 2009 çıkışlı bir başka distopya.
Sınır ihlâlleriyle birlikte, içinde yaşadığımız büyük şehirlerin aslında distopik kurgularda anlatılan mekânlardan pek de farklı olmadığını getiriyor akla. Mekânsal düzenleme, sınırlama ve bölünmelerle insanları ayrıştıran şehir tasarımlarının yapaylığını ve kırılganlığını da.
İstanbul’un İstiklal Caddesi’nin ne hâle geldiği/getirildiği konusunda onca laf sıralanırken (şehrin merkezi son zamanda öyle bir altüst edildi ki, “Ah o eski Pera” nostaljisi, 70’lik amca ve teyzelerden 30 yaş sınırına geriledi!); bu türden dönüşümlerin toplumsal dokusunu daha iyi anlamak, iktidarın siyasal/toplumsal tercihlerinin nasıl olup da sınırlamalara ve dayatmalara dönüştüğünü görmek, mutenalaştırmayı daha iyi çözümlemek vb. için sadece sosyoloji ve siyaset çalışmaları değil, Şehir ve Şehir gibi distopik kurgular da ön açıcı olabiliyor. Bir kez daha bakın şu caddenin beton yığılı ruhsuz görüntüsüne; işte hemen gözümüzün önünde bir distopya, daha ne?!
Bu tür anlatıların ortak özelliklerine bakmaya devam edecek olursak, geleceğin mekânlarını ve ilişkilerini kurgularken, günlük yaşama dair ayrıntı ve “aksesuarlar”ın yerleştirilmesi de son derece önemli. Bu anlamda iki metin de çok başarılı. Giyecek seçimlerinden yeni yiyecek ve beslenme çeşitlerine, farklı mekân düzenlemelerinden ulaşım araçlarına ve trafiğine, doğaya ve genlere müdahalelerden çevresel tahribatın boyutlarına vb. seçilen unsurlar, belli bir bütünlüğün içerisinde ve yaratılmak istenen atmosferle uyumlu olmak durumunda.
İlişkilere bakıldığında; toplumsal ayrımlar ileride ne şekilde yaşanacak/keskinleşecek; bugünkü ayrımlardan hangisi ortadan kalkacak hangisi daha da uçlara taşınmış olacak, neler suç olarak kabul edilecek, hukuk nasıl oluşacak gibi sorular çıkıyor ön plana. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal, ırksal derken… mülkiyet ilişkileri ve aşk bilmeceleri, fantezinin sınırsız dünyasında en ilgi çekenleri…
Distopik anlatılarda yine ortak olarak rastlanan bir diğer tema da, “kurtuluş ihtimali” ve mümkünse mücadelesi... Distopik dünyamızda, herhâlde hepten umutsuz/çıkışsız kalmayalım diye, yeraltından doğru gizli gizli gelişen bir muhalefete rastlıyoruz genelde. Ya da ona dair belli belirsiz ipuçlarına, fısıltılara, tartışmalara…
Karanlığın en zifirî noktasına geldiğimizde ya da tam anlamıyla dibi bulduğumuzda, artık geri dönüşün başlayabileceğini, hatta belki de ışığın yavaş yavaş yeniden belirebileceğini “hissetmek” istiyoruz ya, işte o hesap!
Oysa bugüne bakıldığında, hissedemeyenler de var aramızda. Kapitalizmin dünyanın farklı bölgelerinde sömürüyü ne denli yoğunlaştırdığını inceleyen (SocialistRegister’da çıkmış) bir makalesinde, Arap Yarımadası’na geldiğinde kilitleniyor SlavojZizek mesela; “yeni kölelik” diyor adına. Eski kölelikten hemen hiç farkı olmayan en ağır çalışma ve yaşam koşullarında, çöl sıcağında kavrula kavrula ölümüne yükselen inşaatlar dünyasında, Körfez bölgesinde, Suudi Arabistan, Katar, BAE, Bahreyn ve Umman’da iyice “görünür” hâle gelen bu vahşetin ortasında, çoğunluğu Asyalı ve Afrikalı yoksul “yeni köleler”arasında nasıl bir umut ışığı belirsin ki?!
Tıpkı kölece çalışan yoksul emekçiler gibi, patriyarkal düzende mahkûm hayatı süren “damızlık kızlar” (Atwood) ve şehrin varoşlarında her attığı adıma dikkat ederek, yine de suça bulanarak en diplerde yaşayanlar (Mieville)ışığı nereden görsün, nasıl bulup çıkarabilsin ki; ölümden de beterini –Kurt Vonnegut’un bir romanına verdiği o eşsiz adla– “ölümden beter yazgılar”ını yaşıyorlar bir bakıma.
Peki bu insanlar –bu kez de, geçen hafta kaybettiğimiz oyun yazarı ve aktör Sam Shepard’ın ünlü oyununun adını anacak olursak– “aç sınıfın laneti”yle ayaklanacak, yazgılarına karşı dikilecek, ölümü yaşama, distopyayı ütopyaya çevirecekler mi bir gün acaba?.. Dünyanın sonuna doğru ilerlemektense, kapitalizmin sonunu getirmenin çok daha “makul” ve mümkün olduğunu düşünenler onlara ulaşabilirse, bir ihtimal…