1960’lı ve 1970’li yıllarda, Türkiye’nin sosyalist bir iktidara ne şekilde ulaşabileceği konusundaki tartışmalar hayli somuttu. Stratejiler farklı olsa bile, devrimci ve sosyalist örgütlerde mücadele edenler, (doğrudan doğruya sosyalist ya da öncelikle demokratik) devrime ne şekilde ulaşılabileceği konusunda görece net fikirlere sahipti.
Örneğin, bir görüşe göre, devrimin en önemli gücü Türk Silahlı Kuvvetleri olacaktı. Subaylar arasında örgütlenme çalışmaları da yürütmeye çalışan bir kesim, 27 Mayıs 1960’ta iktidara el koymuş olan askerlerin demokratik devrimi tamamlayabileceğini düşünüyordu. Bu devrim modelinde kitlelere düşen tek görev orduya meşruiyet sağlamaktı. 1971 yılındaki sağcı/Amerikancı 12 Mart Muhtırası sonrasında, ordudan beklentiler hemen ve tümüyle ortadan kalkmasa da, zayıflama sürecine girdi...
Bir başka görüşe göre, devrimin yolu silahlı mücadeleden geçecekti. Silahlı mücadele, Türkiye’deki rejimin aslında hiç de o kadar güçlü olmadığını geniş kitlelere gösterecekti. Aslında hoşnutsuz olmalarına karşın kendi başlarına harekete geç(e)meyen kitleler, silahlı mücadele yoluyla önemli başarılar elde edildikten sonra ayaklanarak devrimin gerçekleşmesini sağlayacaktı.
Silahlı mücadeleyi temel alan örgütler, bu mücadelenin ilk olarak kırsal bölgelerde belirli bir güce ulaşabileceğini, köylülüğün büyük önem taşıyacağını, işçi sınıfının ilk aşamada önemli bir rol üstlenemeyeceğini savunurken de son derece somut düşünüyordu. Ne de olsa kentlerde gerilla savaşı yürütmek çok daha zordu... Buna karşın, öğrenci gençlik hareketinin içinden çıkıp gelen ve kırsal bağları zayıf olan devrimciler, yine son derece somut gerekçelerle, birinci sıraya “şehir gerillasını yaratma” hedefini koymuştu.
Dolayısıyla, silahlı mücadele yanlıları, öğrenci gençliğin ve köylülüğün önemli birer devrimci dinamik olduğunu savunurken, soyut bir tartışma yürütmüyordu. Gençleri ve köylüleri ne yapmaya çağırdıkları belliydi...
Başka örgütlere göre, silahlı mücadele, ancak bir halk ayaklanmasıyla birlikte, temel mücadele biçimine dönüşebilirdi. Öncelikle, halkın ayaklanması için çaba harcamak gerekiyordu. 1970’li yıllardaki faşizm saptamaları, ülkenin rejimi hakkındaki teorik tartışmaların sonuçları olmaktan çok, halkı ayaklanmaya ikna etmeyi hedefliyordu.
Kimilerine göre de, önemli olan, bir devrimci durumun ortaya çıkmasıydı. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemez hâle geleceği ve kitlelerin harekete geçeceği bir dönemde, Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin varlığı sayesinde, sosyalizmin somut bir seçenek olarak görülmesi ve sosyalist devrimin gerçekleşmesi de mümkün hâle gelecekti.
12 Eylül 1980 darbesi ve sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme sonrasında, sosyalist soldaki strateji tartışmaları giderek soyutlaştı ve sonunda büyük ölçüde ortadan kalktı.
Örneğin, 1980’li ve 1990’lı yıllardaki demokratik devrim-sosyalist devrim (ayrıca demokratik halk devrimi, sürekli devrim vb.) tartışmalarında, iktidarı almak için somut olarak nelerin yapılması gerektiği sorusu pek fazla gündeme gelmedi. Kimileri işçi sınıfının devrime öncülük edebileceğini, başkaları köylülükle ittifakın hâlâ çok önemli olduğunu vurgulamaya devam etti vb... Ama bu tartışmalar, 1970’li yıllardaki somut bağlamlarından büyük ölçüde yoksundu ve iktidar hedefiyle bağları bulanıklaşmıştı.
Strateji tartışmalarının 2000’li yıllarda gündemden büyük ölçüde düşmesinin nesnel nedenleri arasında, köylülüğün toplumsal ağırlığının azalması ve devrim mücadelesine katılabilecek olan bir “milli burjuvazi”nin varlığı iddiasının iyice anlamsızlaşması da vardı.
Bu arada, geçmişte devrim stratejisi tartışmaları kapsamında sorulan “hangi sınıflara ve/veya işçi sınıfının hangi kesimlerine yönelmek gerekir?” türü sorulara verilen cevaplarla iktidar hedefi arasındaki bağlar giderek zayıfladı. Aynı nedenle, bu cevapların ikna ediciliği de azaldı.
Geriye, iyiden iyiye soyutlaşmış olan “tek gerçekçi seçenek sosyalizm” ya da “tek yol devrim” türü iddialar kaldı.
Kuşkusuz, sosyalizm gelmeden ya da devrim olmadan Türkiye’nin temel sorunlarının kesinlikle çözülemeyeceğini kanıtlamak için söylenebilecek olan çok fazla şey var ve söyleniyor...
Ama sosyalizmin somut olarak nasıl gelebileceği ya da devrimin somut olarak ne şekilde gerçekleştirilebileceği, yani sosyalist solun iktidara nasıl ulaşabileceği hakkında neredeyse hiçbir şey söylenmeyince, teorik açıdan haklı olunsa bile, pratikte bu haklılığın pek fazla anlamı kalmayabiliyor.
Geçmişteki strateji tartışmaları aynı zamanda örgütleyiciydi, çünkü hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda kafalarda doğru/yanlış bir şeyler canlandırıyorlardı.
Günümüzdeyse, sosyalist solun iktidara ne şekilde gelebileceği hakkında somut tartışmaların yürütülmemesi, gerçekte böylesi bir beklentinin/umudun var olmadığı düşüncesini güçlendirme tehlikesini barındırıyor.
Peki ama, arada yanlış bir şeyler de söyleme ve yapma (ve bu sayede kendimizi düzeltmek zorunda kalma) ihtimalimiz dışında, korkacak neyimiz var?