2015 milli gelir bulgularını geçen hafta inceledik. Beklentileri aşan %4’lük büyüme oranını tartıştık. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) bulgusunu, diğer nicel göstergelerle karşılaştırdık. Tutarsızlıkları mercek altına aldık.
Şimdi, 2015 bulgularını olduğu gibi kabul edelim ve tartışmanın çerçevesini biraz genişletelim. Duyduğumuza göre, TÜİK bu yıl milli gelir hesaplarını revizyondan geçirecek ve yeni bir seri başlatacakmış. Milli gelir kavramı, hesaplama yöntemleri daima tartışılır. Yetersizlikleri bilinir, ama yine de ekonominin en genel, bütüncül göstergesidir; vazgeçemeyiz. Her revizyon, milli gelir toplamını yukarı çeker; kuşkulara yol açar; geçmiş yıllarla sürekliliği kesintiye uğratır.
Bu vesileyi, yakın geçmişin büyüme bilançosunu gözden geçirme fırsatı olarak kullanalım.
Aşağıdaki tablo bu amaçla düzenlendi. Elimizdeki milli gelir serilerinden türetilen ortalama büyüme oranlarını dönemlere göre sunuyoruz.
Önce, neoliberal dönemi (1980 ve sonrasını) bir önceki (karma, planlı ekonomi) yıllarıyla karşılaştırıyoruz.
Neoliberal yılları ise, siyasi gelişmelere göre değil, izlenen iktisat politikalarının niteliğine göre üç alt-döneme ayırıyorum: Kısmî liberalleşme, serbest sermaye hareketleri ve IMF gözetimi…
Ara dönemlerin siyasî özelliklerini de hatırlayalım. 1980-1988 12 Eylül ve Özal yıllarıdır.
1989-1997’de ekonomiyi koalisyon iktidarları yönetmiştir.
1998 sonrasında ise, IMF programları önce Ecevit, sonra AKP hükümetleri tarafından izlenmiştir. Burası için, “beş kayıp yıl”; AKP’nin “lâle devri” ve “normale dönüş” ayrımlarını da yararlı görüyorum.
Bir iktisat tarihi panoraması söz konusu olamaz. Bunun yerine büyüme olgusuna odaklanan üç vurgulama ile yetineceğim.
Tablo 1: Neoliberal Dönemde ve Öncesinde Büyüme Hızları
I. Neoliberalizmin Büyüme Karnesi: Adım Adım Yavaşlama
Neoliberalizme geçiş Türkiye ekonomisinin ortalama büyüme hızını aşağı çekmiştir.
Önce, on sekiz yıllık karma/planlı ekonomi dönemi ile neoliberalizmin otuz altı yılını karşılaştıralım Ortalama büyüme hızı %6,5’ten %4,2’ye inmiştir.
1962-1979 döneminde sabit fiyatlarla milli gelir sadece bir yıl düşmüştür. Bir döviz krizi 1979’da ekonomiyi küçültmüş; neoliberalizme geçişi tetikleyen bir gerekçe olarak kullanılmıştır.
Neoliberal dönemde ise, büyüme iniş-çıkışlıdır ve beş “küçülme yılı” (1980, 1994, 1999, 2001, 2009) yaşanmıştır. Sonraki her aşamada neoliberal model birer adım ileri taşınmıştır.
12 Eylül-Özal döneminde iç piyasada serbestleşme gerçekleştirilmiş; ücretlerin düşürülmesi ve rekabetçi döviz kuru ile ihracata açılma öncelik taşımıştır. “Gerçekçi kur, reel faiz” sloganı, döviz hareketlerinin ve mevduat faizlerinin enflasyonun altına düşmemesi anlamına gelir. Bu iki hedefin birlikte gerçekleşebilmesi için sermaye giriş-çıkışlarının denetlenmesi gerekir.
1989’la başlayan koalisyon hükümetleri, ücretlerdeki hızlı tırmanmayı önleyememiş; buna, neoliberal modeli iki adım öteye taşıyarak karşılık vermiştir: Özelleştirmeyi hızlandırma ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi… Enflasyon %70-80’ler civarında kronikleşmiş; ücretler, maaşlar, emekli aylıkları, mevduat faizleri, döviz kurları (kabaca) fiyat hareketlerine endekslenmiştir. Popülizme dönüş, artık değerin paylaşımında gerilimlere yol açmış; sermaye çevrelerinde istikrar arayışları yaygınlaşmıştır.
IMF gözetimi, bu arayışların sonunda gelmiştir. Ekonomi yirmi yıl boyunca doğrudan IMF tarafından yönetilmiştir. Koalisyon ve AKP hükümetleri tarafından imzalanan çeşitli stand-by’lar ve diğer anlaşmalar Mayıs 2008’e kadar kesintisiz uygulanmıştır. Bu çerçeve (küçük sapmalar dışında) 2015’e kadar sürdürülmüştür. Neoliberal model, bölüşüm ilişkilerinde piyasaya tam teslimiyeti ve kamu hizmetlerinde ticarileşmeyi getirmiştir. Makro-ekonomik politikalar, parasal ve mali disipline dayanmış; normal, çalkantısız yıllarda ucuz döviz - yüksek faiz ikilisine yol açmıştır.
Neoliberal modelin bu üç aşaması, büyüme hızını da adım adım aşağı (%4,9 → %4,3 → %4,1) çekmiştir.
II. AKP, iktidara ideal bir konjonktürde gelmiştir.
1998-2002’de IMF, Türkiye’yi enflasyonla mücadele modelleri için adeta deneysel bir laboratuvar olarak kullandı. (O yıllarda IMF’nin Başkan Yardımcısı olan Stanley Fischer bu durumu sonraki bir makalesinde örtülü olarak doğrulayacaktır.) İzlenen program önce (1999 ve 2001’de) iki bunalıma katkı yaptı. Sert bir kriz yönetimi ağır sosyal sonuçlara yol açtı. 2002’de halk sınıflarının tepkisi, koalisyon partilerini TBMM’den tasfiye etti; AKP’yi iktidara getirdi.
Bu ara-döneme “beş kayıp yıl” diyorum. Zira, 1997 ile karşılaştırılırsa kişi başına milli gelir 2002’de (yani beş yıl sonra) sabit TL ile %4, dolarla %18 oranlarında gerilemişti. Cumhuriyet tarihi boyunca daha uzun süren tek bir gerileme dönemi vardır: 2’nci Dünya Savaşı yılları… Büyük buhranın Türkiye ekonomisi üzerindeki ağır etkisi dahi üç yıl içinde telafi edilmişti.
AKP’nin beş yıllık “lâle devri”, bu çöküntüyü izlemenin tüm avantajlarını içerdi: Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri canlanmış; Türkiye bu furyadan fazlasıyla yararlanmıştı. Beş durgun yıl boyunca oluşan âtıl kapasite sayesinde dış kaynak girişlerinin yarattığı ek talep, hızlı (ortalama %7,3 oranında) büyümeyi tetiklemişti.
Yaygın bir yöntemi uygulayarak Türkiye ekonomisinin orta dönemli büyüme potansiyelini %3,88 olarak hesaplıyorum. AKP iktidarının ikinci döneminde (2008 ve sonrasında) ekonomi, ortalama %3,8 büyüme temposu ile bu ivmeye yerleşti. Ancak, iniş-çıkışlarla… Batı’da patlak veren kriz, Türkiye’yi 2008’de sıfır büyümeye yaklaştırdı; 2009’de %4,8 küçülttü; iki yıllık hızlı büyüme sonrasında rayına oturttu.
Ekonomi, sermaye hareketlerine bağlı dalgalı bir seyir izleyecektir; ama, 2023 ile ilgili ihtiraslı hedefler artık tarihe karışmıştır. Hatta zaman içinde büyüme potansiyelinin daha da aşağı çekilmesi söz konusudur.
Olası nedenleri tartışalım.
III. Ekonomi, Durgunlaşmaya Mahkûm Değildir
Ekonominin durgunlaşmasını kimi AKP sözcüleri “orta gelir tuzağı” kaderciliğine bağlıyorlar. Bunlara göre Türkiye ekonomisi önemli derecede olgunlaştığı için “kolay ve hızlı” büyüme dönemi tarihe karışmıştır.
Bu konuyu daha önce tartıştım. Kısaca hatırlatayım: Türkiye gibi ülkelerde orta dönemde büyüme temposu, emek rezervlerine ve sermaye birikimine bağlıdır. Bol emek fazlası barındıran ekonomilerde büyüme, üretim kapasitesindeki genişlemeye, yani sermaye birikimine bağlıdır.
Türkiye 2015’te bile, üretim dışında kalan bol emek rezervlerine sahip bir ekonomidir. İstihdamın yüzde 21’ini barındıran tarım, milli gelirin yüzde 8’ini üretmektedir. İşgücüne katılma oranı yüzde 51’dir. Orta Doğu hariç, tüm Güney coğrafyasında ve Batı’da bu oran yüzde 56 ile 71 arasında değişmektedir. ILO, “15-29 yaş gruplarında, çalışmayan, iş aramayan, okumayan, stajda ve askerde olmayan” insanların oranını belirlemiştir. Türkiye yüzde 34,6 oranıyla ve açık farkla birincidir.
Bunlar yüksek oranlı emek rezervlerinin varlığına; kullanılmayan bir büyüme potansiyeline işaret etmektedir. Ancak, bu potansiyelin gerçekleşmesi zaman içinde güçleşir. “Nazlanan” emek fazlasını üretime çekmek; ayrıca da ekonominin ortalama verimliliğini artırmak için sermaye birikiminin zamanla yükselmesi gerekir.
AKP’li yıllara bakalım: Cari fiyatlarla yatırımların milli gelire oranı çok düşüktür; zaman içinde de değişmemiş; ortalaması yüzde 20’nin altında kalmıştır. Aynı yıllarda Asya’nın sekiz büyük ve “yükselen” ekonomisinde yatırım oranlarının ortalaması yüzde 30,4’tür.
Ekonominin adım adım durgunlaşmasının ardında, sermaye birikim oranının düşüklüğü yatmaktadır. Düşük yatırımlar bir alın yazısı olmadığına göre, Türkiye de, büyüme temposunda yüzde 4’ün altında kalmaya (“ne köy olur, ne kasaba…” kaderine) mahkûm değildir.
***
Ne var ki, bu ekonomik doğruların ötesine giden bozulmalar söz konusudur. “Kindar ve dindar” genç kuşaklar yetiştirmek üzere dönüştürülen bir eğitim sistemi, ortalama insan gücünün niteliğini geriletmeye başlamıştır. Eski bir AKP’li bakan Türkiye’yi, geleneksel ve modern araçları kullanabilmenin ötesinde becerisi olmayan; yaratıcılıktan yoksun insanlar topluluğu olarak betimlemişti.
Ekonominin kaderi durgunlaşma değildir; ama, bu kaderi aşmak, giderek güçleşmektedir. Dinamizmini yitiren insan malzemesi, durgunlaşmayı ekonominin ötesine, bütünüyle topluma taşıyacaktır. Bu bozulmalar İslamcı bir faşizme geçiş eşiğinde karşımıza çıkmaktadır. Yani bugünkü toplumsal durgunlaşma çürümenin habercisidir.
Dolayısıyla toplumumuz yakın bir gelecekte ya devrim, ya tam çürüme ikilemi ile karşı karşıya gelebilecektir.