21. yüzyılda Latin Amerika’ya damgasını vurmuş olan sol iktidarlar dönemi son mu buluyor?
Şili’de Pinochet sonrasının çalkantılı yıllarını saymazsak, Latin Amerika’da bu dönem 2002/2003’te Brezilya, Venezuela ve Arjantin ile başladı. Zamanla kervana (giriş-çıkışlar dahil) yedi ülke daha katıldı.
Hangi anlamda “solculuk”? İki ölçüt kullanalım. Önce, 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vuran, çoğu zaman askeri rejimler tarafından başlatılan neoliberal politikaları (yani sermayenin sınırsız tahakkümünü) kısmen veya tamamen reddeden iktidarları “solcu” sayalım. İkinci olarak da, ABD’nin bölge üzerindeki hegemonyasına kısmen veya tamamen karşı çıkan iktidarları kastedelim.
Yerli burjuvaziler ve ABD emperyalizmi bu anlamdaki solcu iktidarlarla hiç mi uzlaşmadı? Bazen karşılıklı ödünler, çelişkilerin ağır gerilimlere dönüşmesini erteledi. Bazı sermaye gruplarıyla işbirlikleri sürdüren ve ABD’nin bazı ekonomik çıkarlarını gözeten (Şili gibi) “ılımlı sol” iktidarlar da kabul gördü.
Solcu yönetimler ile egemen güçler arasındaki uyuşmazlıkların belli bir eşiği aşması, siyasi iktidarın değiştirilmesini gündeme getirdi.
Sol İktidarların Yaprak Dökümü
Bugünlerde bu sonuncu gündem yaygınlaşmaktadır. Çeşitli belirtiler gösteriyor ki, burjuvaziler ve emperyalizm Latin Amerika’daki sol iktidarlar dönemine son vermeyi kararlaştırmıştır. Ama nasıl?
Darbeler, 20’nci yüzyılın klasik yöntemidir. Hâlâ yedektedir. Nitekim, 2002’de Chavez’e karşı Venezuela’da denenmiş; başarısız olmuştur. 2009’da Honduras’ta ABD’nin örtülü desteği ile ordu, solcu başkan Zelaya’yı devirmiştir.
Solcu iktidarların kapitalizmin krizlerine karşı bağışıklık kazanması çok güçtür. Sermaye, krizleri fırsat olarak kullanır; bunalımı ağırlaştırır. İktidarlar hataya sürüklenir, çaresiz kalır; seçimleri kaybederler. Bugünlerde yeğlenen yöntem budur. Arjantin’de başkanlık, Venezuela’da parlamento çoğunluğu böylece el değiştirmiş; Bolivya’da Morales’in başkanlık döneminin uzatılması referandum sonucu önlenmiştir.
Bazen de egemen güçlerin acelesi vardır. Yeni seçimler beklenemez; sonuçları da öngörülemeyebilir. Örneğin, Venezuela’da parlamentonun sağcıların denetimine geçmesi yeterli değildir. Başkan Maduro iki yıl daha görevdedir. Stratfor, askeri bir darbeyi pratik seçeneklerden biri olarak önermektedir.
“Yakışıksız olur” görüşü ağır basarsa, yasal çerçeveyi zorlayan bir “silahsız darbe” gündeme gelebilir. 2012’de Paraguay’da solcu başkan Fernando Lugo’ya karşı bu yöntem uygulandı. Burjuvazinin denetimindeki parlamento, Lugo’ya bir ültimatom verdi: “24 saat içinde parlamentoya gel; iki saat savunma süresi veriyoruz!”. Ve alelacele görevden alındı.
Son bir yıl boyunca Brezilya’da, Paraguay örneğinden çok daha karmaşık bir silahsız darbe girişimi başlatıldı.
Bölgeyi, ülkeyi yakından bilen arkadaşların katkılarını davet edelim. Biz de elimizdeki bilgilerle gözden geçirelim.
Adalet Sermayenin Emrinde mi?
Brezilya İşçi Partisi on dört yıldan beri, yani Lula da Silva’nın (2003-2010) ve Dilma Rousseff’in (2011 ve sonrası) başkanlıkları döneminde iktidardadır. Sermaye “artık yeter” demektedir.
Rousseff’in başkanlık süresinin bitimine 33 ay var. Acele ediliyor; erkenden görevden alınması isteniyor. İlaveten, tekrar aday olduğunda seçimi kazanma olasılığı yüksek olan Lula’nın siyasete dönme olasılığı da önlenmeli; İşçi Partisi iktidardan (mümkünse temelli) uzaklaştırılmalıdır. Bu nedenle, Rousseff’in parlamento tarafından görevden uzaklaştırması; Lula’nın da tutuklu olarak yargılanıp hüküm giymesi gerekiyor.
İşçi Partisi parlamentoda azınlıktadır. Sağcı partiler, görevden alma sürecini başlatacak çoğunluğu oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sürecin polis ve yargı ayağı da belirleyicidir. Brezilya’da federal yargının tutucu-sağcı çevrelerin kontrolünde olduğu ileri sürülüyor. Federal polisin ise FBI ile işbirliklerine değiniliyor.
Federal savcılar tarafından yürütülmekte olan kapsamlı bir yolsuzluk soruşturması söz konusudur. Ayrıntılara ulaşmam mümkün değil. Soruşturmanın siyaset ayağı, anlaşılan, kamu mülkiyetindeki dev enerji şirketi Petrobras’tan on yıl boyunca İşçi Partisi’ne 150-200 milyon dolar aktarıldığı iddiası ile ilgilidir.
Madalyonun diğer yüzü de var: Lula’nın, Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetlerini kösteklediği biliniyor. Snowden de, ABD istihbaratının Roussef ve Petrobras yöneticilerini dinlediğini belgelemişti.
Federal polis, geçen hafta sabahın 6’sında Lula’yı gözaltına alıyor; dört saat sorguya çekiyor. Militan bir savcının tutuklama isteğiyle mahkemeye sevk ediliyor. Brezilya’da bakanlar, yargı dokunulmazlığı taşırmış. Şimdi Rousseff, Lula’ya bir bakanlık vererek yargılanma sürecini erteletme çabası içindeymiş.
Rousseff ve Lula’ya dönük bireysel suçlamalar nedir? Kişisel dürüstlüğü iyi bilinen Rousseff’in 2014 seçim kampanyasında Petrobras’ın imkânlarından yararlandığı ileri sürülüyor. Lula ise, kendisine rüşvet karşılığı verilen lüks bir konutu beyan etmemekle suçlanıyor. Ne var ki, konutun mülkiyeti, daha önce yolsuzluk suçlamalarına karışmış bir inşaat şirketi üzerinde görünmektedir.
Burjuvazi Ilımlı Sola da Karşı
Bu noktada, Brezilya’da on dört yıllık İşçi Partisi iktidarına dönük sosyalist eleştirileri hatırlatalım.
Özgün programı sosyalist öğeler içeren İşçi Partisi, zamanla sınıf mücadelesini siyasete yansıtan bir örgüt olmaktan çıkmış; seçim kazanmaya öncelik veren geleneksel bir partiye dönüşmüştür. Daha da kötüsü, yöneticiler, iktidarın maddi nimetlerinden kişisel olarak veya İşçi Partisi lehine yararlanma yöntemlerinde ustalaşmıştır. Yolsuzluk suçlamalarından bireysel olarak arınsalar dahi, Lula ve Rousseff bu yozlaşmadan sorumludur.
İktisat politikaları da “uzlaşmacı” olmuştur: 2003-2014 arasında neoliberal reçetelerin makroekonomik (enflasyon hedeflemesi, sıkı para ve maliye politikaları gibi) öğeleri ısrarla izlendi. Devlet bankaları, sermayenin bazı katmanlarına cömert teşvikler sundu.
Ancak, madalyonun diğer yüzü de var: Bu iki siyasetçi, neoliberalizmin bölüşüm reçetelerine itibar etmedi. 2014’e gelindiğinde, Brezilya toplumunun sınıflar arası güç dengesinde emekçiler lehine önemli değişiklikler gerçekleşmişti. İşsizlik oranı çarpıcı boyutlarda düşmüştü. Yeniden paylaşım politikaları, sosyal harcamaları hızla genişletmişti. Yükselen sosyal harcamaların finansmanı, burjuvazinin artan vergi yüküyle sağlanmaktaydı.
Dahası, Lula ve Rousseff, ABD’yi dışlayan iki işbirliği örgütünüm (Unasur ve Mecrosur’un) liderliğini üstlendi. Başta Venezuela, diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verdi.
Emek lehine etkili yeniden dağıtım öğeleri ve emperyalizmden bağımsız bir dış politika izleyen siyasi iktidar ile Brezilya burjuvazisi arasındaki gerilimlerin 2014’te kopma noktasına geldiği anlaşılıyor. “Neoliberal teknokrat” Neves’in seçimleri kazanması bekleniyordu. Küçük bir farkla da olsa Rousseff, yoksul Kuzeydoğu eyaletlerinin ve kent varoşlarının desteğiyle seçimleri kazandı.
Dört yıl beklenemezdi. Sermayenin karşı saldırısı hızla başlatıldı.
Ekonomik Kriz Ağırlaştırılıyor
2009’da uluslararası krizi en hafif (aşağı yukarı sıfır büyüme ile) atlatan çevre ekonomilerinden biri Brezilya’dır. (Türkiye ise o yıl %4,8 oranında küçülmüştü.)
Brezilya nasıl başardı? Lula, kamu harcamalarını yukarı çekti; bütçe açığı biraz yükseldi; iç talep kamçılandı; dış talepteki gerilemeyi telafi etti. Bu esnekliği sağlayan en önemli etken, Brezilya’nın kriz arifesine (2008’e) çok ılımlı (milli gelirin % 1,7’si oranında ) cari açıkla girmesi oldu. (Türkiye’de o tarihteki dış açık oranı %5,5’ti.)
2014’te Rousseff ikinci defa iktidara geldiğinde Brezilya 2009’u andıran bir dış şokla karşılaştı. Ana ihracat kalemlerini oluşturan ham madde fiyatları ve dış talep gerilemekteydi. Ekonomi durgunlaşmıştı. Rousseff, anlaşılan, seçimlerden sonra 2009’daki genişleyici politikalara başvurabileceğini umuyordu. Ne var ki, uluslararası sermaye, seçimlerden hemen sonra sert bir kemer sıkma reçetesi önerecekti: “Faizler yükseltilecek; kamunun harcamaları hızla daraltılacak, borç yükü aşağı çekilecek…”
Aksi halde? Aksi halde sermaye kaçışı hızlanacak; döviz fiyatları tırmanacak; Brezilya uluslararası piyasalardan dışlanacaktı. 2009’daki dış ve iç dengeler kaybolmuştu: Dış açık oranı %4,4’e yükselmiş; bütçe, faiz dışı açık vermeye başlamıştı.
Rousseff hızla teslim oldu. Merkez Bankası, politika faizlerini %14,25’e yükseltti. Maliye Bakanlığı kaskatı bir neoliberal olan Joaquim Levy’ye verildi. Bu zat, sosyal harcamalardan başlayarak bütçeyi tırpanlamaya başladı. Önceki dönemde neredeyse tam çalışma sağlanmış; işsizlik %4,9’a inmişti. Levy, bu duruma hayıflanıyor; sınıfsal pozisyonunu açıkça ortaya koyuyordu: “Emek arzını (yani işsizliği) artırmadan büyüyemeyiz.”
Ne var ki burjuvazinin asıl önceliği bu program değil, Rousseff’in tam başarısızlığı idi. Bu nedenle bütçe açığını daraltacak ek vergi yasaları parlamento tarafından engellendi. Son darbeyi Standard & Poors (S&P) vurdu: Brezilya’nın uzun dönemli dövizli borçlarının puanını hurda (“junk”) düzeyine indirdi. Bu karar bir skandaldır. Zira, son üç yılın ortalaması alınırsa Brezilya’da dış borçlarının milli gelire oranı %22’dir. (Türkiye ortalaması %47.) Toplam kamu borçlarının ezici çoğunluğu ise dövizle değil, ulusal parayladır. Merkez bankası rezervleri 369 milyar dolardır. Yani, aslında döviz riski olmayan bir ülkeyi finans kapital, “potansiyel müflis” olarak göstermektedir.
Durgunlaşan bir ekonomiye daraltıcı maliye ve para politikaları uygulanırsa, sonuç bellidir: Lula öncesinin Brezilyası’nda, 2001 Türkiyesi’nde, yakın geçmişte Yunanistan’da gerçekleşen senaryonun tekrarı… 2015’te milli gelirin %3 düştüğü; küçülmenin bu yıl içinde de süreceği tahmin ediliyor.
Burjuvazi Meydanları Ele Geçirirse…
“Kanbersiz düğün olmaz”; sokak desteği (“turuncu”) olmayan silahsız bir darbe eksik kalır. Rousseff’in yeniden başkanlığa seçilmesinden iki ay sonra “beyaz Brezilyalılar”, küçük burjuvalar, profesyonel, eğitimli, diplomalı katmanlar, burjuva çocukları özellikle Güney eyaletlerinde meydanları işgal ettiler; “Rousseff istifa”, “görevden alınsın” sloganlarıyla sokak gösterilerini başlattılar. Orkestra şefliğini büyük medya üstlendi; dış basına “milyonlar yolsuzluklara ve Rousseff’e karşı ayaklanıyor” mesajları aktarıldı.
Gerçekçi gözlemciler gösterileri, “zengin, iyi bakımlı Brezilyalıların protestoları” olarak betimliyor. Yaşam koşullarından yakınma var; ama bunlar özel okul harçlarının, özel sağlık sigorta primlerinin yükselmesi gibi sınıfsal şikayetler içeriyor; sosyal politika talepleri değil…
Aşırı sağın anti-komünist, ırkçı sloganları benimseniyor, hatta askeri darbe çağrıları yaygınlaşıyor. Bazı yorumlara göre, bu hareketleri sürükleyen etken, ayak takımının, yoksulların kazanımları karşısında Brezilya seçkinlerinin hazımsızlıkları, ürküntüleridir.
İşçi Partisi, meydanları burjuvaziye nasıl teslim etti? Yanıt, bir boyutuyla bu partinin militan sınıf mücadelesinden uzaklaşan “gevşek” solculuğunda aranabilir. Bir diğer boyutuyla da, kriz yönetiminde neoliberal reçetelerden, sermayenin programından, tamamen kopmayı göze alamamasıyla ilgilidir.
Latin Amerika’da bu tür “kopma” örnekleri vardır: 2002-2003’te Arjantin ve Venezuela, 2005-2006’da Bolivya… Ama bu örneklerin günümüze taşınamaması, Brezilya solunun seçeneklerini de kısıtlamaktadır.
İşçi Partisi meydanları, sokakları tekrar kazanamazsa, Rousseff ve Lula’nın gelecekleri, burjuvazinin kontrolündeki hukuk ve siyaset alanında belirlenecektir.