Melih Aşık, 22 Ağustos’ta Milliyet gazetesinde yayımlanan köşe yazısında, “dostça” sayılabilecek olan bir değerlendirme yaptı:
“Türkiye Komünist Partisi (TKP) çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle geçen yıl Komünist Parti (KP) ve Halkın Türkiye Komünist Partisi (HTKP) adlarıyla ikiye bölünmüştü. 7 Haziran’daki seçime bu partilerden KP katıldı ve Türkiye genelinde 13 bin 732 oy (Binde üç) alabildi. Seçime girmeyen HTKP, parti içinde çıkan görüş ayrılıklarını görüşmek üzere geçen ay olağanüstü kongre yaptı. Sonuç; gündeme yeni bir bölünme geldi; 147 isim, yeni bir parti kurmak üzere HTKP’den ayrıldı.
Komünist partilerin Türkiye’de bir şanssızlığı var. Tarihi koşulların sonucu... Komünizm Türk ulusu ve dininin en büyük düşmanı olarak tarih boyunca propaganda konusu olmuş, bu şartlanma toplumun adeta genlerine işlemiştir. Bir partinin bu ad ile taban bulma şansı yoktur. Ayrıca anlaşılan bu partiler teori ile pratiği bağdaştıramamakta... Benzer sorunları aşamamaktadır...
Oysa... Ülkede sol, sosyalist ve komünist partilerin ağır sorumululuğu vardır.
Toplumun yürekli, zeki, birikimli gençleri genellikle bu saflarda yer almakta, sol parti doğru yönde ilerleyemediği takdirde bu birikimli genç kadrolar da yanlış yöne, çıkmaz yola sokulmuş olmaktadır.
Sol siyaset yapan kadrolar öncelikle bu sorumluluğun bilincinde olmalıdır.”
Bu satırları okuduğu anlaşılan Engin Ardıç da, 23 Ağustos’ta Sabah gazetesinde yayımlanan köşe yazısında, bilinen üslubuyla ve yalan yanlış şeyler ekleyerek, komünistleri aşağılamaya çalıştı...
Sosyal medyada çok daha fazlası yazıldı çizildi, pek doğal olarak...
Peki, ne olacak, biz komünistlerin hâli?
“HTKP’de kalanlar”dan biri olarak, şöyle düşünüyorum:
Düşebileceğimiz en büyük yanlış, dışımızdan gelen eleştirilere (bunlara dalga geçmeler, aşağılamalar vb. de eklenebilir); hamasi sözlerle cevap vermeye kalkışmamız olacaktır.
“Niyet sorgulaması”na hiç girişmeksizin, Melih Aşık’ın genç kadrolarımıza yönelik uyarısını önemli buluyorum. “Doğru yönde” ilerleyemezsek, yani bu ülkede sosyalist iktidar mücadelesinin gerçekten de güç kazanmasını sağlayamazsak, “biz bize” kalmaya devam edersek, “tekke”lere dönüşürsek, toplumsal ölçekte neredeyse hiçbir karşılıkları bulunmayan “yönetici”lerimiz ve “lider”lerimiz olursa, sadece “komünist” sözcüğünün ülkemizde pek de var olmayan tılsımına yaslanmaya çalışırsak, genç kadrolarımızı da çıkmaz bir yola sokmuş oluruz gerçekten.
Buna karşın, örnek gösterebileceğimiz somut mevziler kazanabilirsek, kendi dar çıkarlarımızı değil işçi sınıfımızın ve halkımızın çıkarlarını gözettiğimizi kanıtlayabilirsek, dayanışmacılığımızı ve paylaşımcılığımızı öne çıkarabilirsek, insanları ve özellikle de gençlerimizi ve genç işçilerimizi “bizi desteklemeye” değil kendi kaderlerini kendi ellerine almak üzere örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırabilirsek, bu hedefe (ve çağımıza, ve Gezi ruhuna!) uygun örgütlenme biçimlerinin geliştirilmesini sağlayabilirsek, gerçek işçi sınıfı ve halk önderlerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunabilirsek, bunları yaparken kapitalist düzene son verme ve emperyalizmin boyunduruğundan kurtulma hedeflerinin vazgeçilmezliğini ısrarla gündemde tutabilirsek, tüm bunları yapan özne olarak, “komünist” sözcüğü hakkındaki yerleşik önyargıları da kırabiliriz.
Başarabilir miyiz?
O kadar da kolay değil elbette... Ama bunun için çaba harcayacağız...