Sol, öncülüğün, bir partinin kendisine ihsan ettiği bir şey olmayıp mücadele yoluyla kazanıldığını ve izleyicilerinin yokluğunda öncünün de var olamayacağını anlayamamıştı...
Lenin’in şu ikisi arasında yaptığı ayrımın sol tarafından anlaşılamamış olduğu kesin: Partinin/devrimci örgütün oluştuğu (ve önderlik kadrolarının eğitildiği) dönem ve partinin/devrimci örgütün sınıf mücadelesine gerçek anlamıyla önderlik etme yeteneğini kazandığı dönem... Sol örgütlerin çoğunluğu, “gerçek anlamıyla önderlik etme yeteneği”ni hiçbir zaman kazanamadı...
Her bir örgüt, “en devrimci”, “en haklı” vb. diye anılma mücadelesi yürüttü; aslında, en fazla önemsenen şey, devrim değil, tekkeydi....
Silahlı mücadele yürüten örgütler, silahlı mücadele yürütmeyen bütün örgütlerin reformist olduğunu düşünüyordu... Diğer taraftan, silahlı mücadele yürütmeyen partiler (özellikle de Komünist Partiler); kendilerinden daha solcu hiç kimsenin var olamayacağını iddia ediyor ve kendilerinden solcu olanlara “sol sapma” damgasını vuruyordu...
Nereye gidilmesi gerektiğini bilenler, önder kadrolardı; dolayısıyla, yapılacaklar hakkındaki her tür karar, onlar tarafından, en son biçimleriyle, yukarıdan aşağıya doğru aktarılıyordu... Önderliğin düşündüğü her şeyin doğru olduğu, dolayısıyla da üyelerin yapması gereken tek şeyin yukarıdan gelen talimatlara uymak olduğu düşünülüyordu... Söz konusu önderlerin, önerilerinin doğruluğu hakkında insanları ikna etmek gibi bir derdi bulunmuyordu...
Böyle olunca, kitle hareketlerine de, sadece, manipüle edilecek ve parti çizgisinin hayata geçirilmesini sağlayacak kanallar olarak bakma eğilimi vardı... Her bir kitle hareketinin yöneticileri, bunların her bir yöneticisinin üstleneceği görevler, mücadele hedefleri, (bir başka deyişle haklarındaki her şey) partinin üst yöneticileri tarafından kararlaştırılıyor ve ilgili hareketin izleyeceği hat ona bildiriliyordu... Hareketler, kendilerini birinci derecede ilgilendiren konularda bile söz hakkına sahip değildi...
Büyük stratejik hedefler belirleniyordu (örneğin, sosyalizm)... Ama mevcut durumun, yani başlangıç noktasının somut analizi yapılmıyordu... Sloganlara dayalı siyasal ajitasyon, toplumsal bir halk gücünün oluş(turul)masına hiçbir katkıda bulunmuyordu...
Parti önderlerinin pek çoğu, “sıradan” parti üyelerinin görüşleri ve yaklaşımları yerine, içinde bulundukları özel koşullar nedeniyle/sayesinde radikalleşen üyelerin görüşlerini ve yaklaşımlarını temel alıyor ve bunlara dayalı genellemeler yapıyordu...
Solda, kendi kendini aldatma eğilimi vardı: Gösterilerin, mitinglerin, grevlerin ve her bir örgütün katılımcı sayıları hakkında yanlış bilgiler veriliyordu... Bu da, yanlış bilgilere dayalı yanlış eylem çizgilerinin belirlenmesine yol açıyordu...
Sol, yalnızca sayılar konusunda değil, belirlemiş olduğu hedefler konusunda da kendi kendini aldatıyordu. Örneğin, genel seçimler için belirlenmiş olan milletvekilliği sayısı hedefine ulaşılamadığında, hedefe ulaşılamadığı asla kabul edilmiyordu. Önderlik, yine örneğin, bir önceki seçime göre daha çok sayıda oy alındığını söyleyerek, elde edilen sonucu bir zafer gibi göstermeye çalışıyordu. Ya da, bir genel grev çağrısının yapılmasına karşın sadece kısmî bazı grevler gerçekleştiğinde, başarısızlığın kabul edilmesi yerine, geçmişteki bazı eylemlerle karşılaştırıldığında daha çok sayıda işçinin iş bırakmış olmasından söz ediliyordu...
Althusser’in Fransız Komünist Partisi hakkında söylemiş olduğu gibi, parti aygıtları, burjuva dünyasında baştan beri bilinen bir şeyi keşfetmişti: “Parti üyeleri, birimlerinde, hiçbir kısıtlama ve yaptırım olmadan, her şeyi özgürce tartışabilir; ne de olsa, bu tür tartışmalar hiçbir gerçek sonuç doğurmaz”...
Gerçek tartışmaların yapıldığı ve gizli kararların alındığı yerlerse, siyasi büroydu, sekretaryaydı, resmen ilan edilmeyen kurullardı vs...
Parti (yani önderliği) her zaman haklı olduğundan, üyeler, partinin birliğini ve iradesini temsil ettiğini düşündükleri önderliğe eksiksiz ve eleştirisiz bir bağlılık sergiliyordu...
* * *
Yukarıda, Türkiye’ye/Türkçeye öznel uyarlamalar içeren, eksikli ve seçmeci bir çeviri var...
Marta Harnecker’in (özellikle 1960’lı ve 1970’li yılların) Latin Amerika solu hakkındaki bazı değerlendirmelerini aktarmış oldum.
Harnecker, kendisini “Lenin’in öğrencisi” olarak gören ve “Marksist-Leninist” sayan bir sosyalist. 1937’de Şili’de doğmuş. 1960’lı yıllarda Fransa’da Louis Althusser’in öğrenciliğini yapmış. Ülkesine dönerek liderliğini Salvador Allende’nin yaptığı ve 1973 yılında darbeyle devrilen “Halk Birliği” koalisyonuna katılmış. Darbe sonrasında Şili’den ayrılmak zorunda kalmış ve Küba’ya gitmiş. Orada, Küba Devriminin önderlerinden biri ve yaşamının son yıllarına kadar Küba Komünist Partisi’nin merkez komitesi üyesi olan Manuel Pineiro (1933-1998) ile evlenmiş. Küba’dayken, Latin Amerika Halk Belleği araştırma enstitüsünün yöneticiliğini yapmış. 2000’li yıllarda Hugo Chavez’in danışmanları arasında yer almış. Kanadalı Marksist akademisyen (ve aynı yıllarda Chavez’in danışmanlığını yapan) Michael Lebowitz’le hayat arkadaşlığı kuran Harnecker’in, önemli bir bölümü Latin Amerika ülkelerindeki somut gelişmelerle ilgili araştırmalarının ürünü olan 80’den fazla kitabı var...
Kısacası, sol hakkında “cahilce”, “karşıdan”, “uzaktan” ya da “aşırı teorik” konuşan (veya “dönek”) birinin iddiaları değil, yukarıdakiler!
Tam tersine, Marx’ın öngördüğü türden bir sınıfsız topluma ulaşılması için bugün ve somut olarak nelerin yapılması gerektiğini tartışmaya, stratejik hedefler önermeye çalışan bir Marksistle karşı karşıyayız...
Harnecker’in çalışmaları üzerine yazmaya devam edeceğim...
Kaynak: Marta Harnecker, Rebuilding the Left, Translated by Janet Duckworth, Zed Books, London and New York, 2007, s. 50-65.