15 Temmuz sonrasına damgasını vuran KHK’lar ile yönetilen OHAL düzeninin kalıcı olması hedeflenmektedir. Başarılırsa 2016 yılı, “Türkiye’de bir dönemin sonu” olarak hatırlanacaktır.
İsterseniz Haziran 2015 sonrasına, isterseniz son yedi ayın uygulamalarına bakın. Türkiye’nin şimdiden rejim değişikliğine geçmekte olduğu söylenemez mi? Çok partili parlamenter rejim etkisizdir; fiilen felce uğratılmıştır. Türkiye, hukuken denetlenemeyen kararnamelerle yönetilmektedir. Pek çok yasa geçersizleşmiş; yargı yoluyla denetim, önleme, devre dışı kalmıştır. Bu açılardan 12 Eylül sıkıyönetiminden daha ağır bir ortam söz konusudur.
Bu fiili durumun, anayasa değişikliği ile yasallaştırılması, kalıcı kılınması isteniyor. Başarılırsa, “AKP iktidarı dönemi”, parlamenter düzen ile birlikte tarihe karışmış olacaktır. Haziran-Aralık 2013, Haziran 2015 kâbuslarının tekrarı önlenecektir. Lider, sonuna kadar Türkiye’yi yönetecektir. Hesap vermesini, iktidardan uzaklaştırılmasını imkânsız kılan bir yasal çerçeve önerilmektedir.
Bu sürüklenişi frenleyebilecek tek olasılık referandumun “Hayır” ile sonuçlanmasıdır. Ne var ki, frenlemek önlemek değildir. “Hayır”, “evetçi blok”u elbette sarsacaktır. Ama, “normale”, yani Kasım 2015 öncesine dönüşün önlenmesi önceliklidir. Geçmiş sicili nedeniyle iktidarda kalmak zorunluluğu vardır. OHAL/KHK düzeni, bu hedefin gerçekleşmesinde etkili yöntemdir.
OHAL/KHK düzenini niçin 2019’a kadar sürdürmesinler? 15 Temmuz sonrasında bu düzen, TBMM’yi etkisizleştirmedi mi? Gözaltılar, tutuklamalar CHP’li milletvekillerine de taşınarak parlamenter muhalefet tamamen çökertilirse, Türkiye’nin aydınlık, ilerici, demokrat güçlerinin parlamento dışı örgütlenme, direnme becerisi belirleyici olacaktır.
***
Türkiye, sermaye hareketlerindeki durgunlaşmadan kaynaklanan bir krizin ön-koşulları içinde siyasî rejim değişikliğine girmektedir. Ekonominin kırılganlığı, finans kapitalin önem verdiği derecelendirme kuruluşlarının puanları nedeniyle artmaktadır. Cumhurbaşkanı “dış komplolar” söylemi ile tepki göstermekte; bir anlamda Trump gibi dünyaya meydan okumaktadır. Ama ABD’nin ekonomik gücünden, hareket serbestliğinden yoksundur.
Trump, neoliberalizmin iki stratejik öğesini (sermaye hareketlerinde ve dış ticarette serbestlik ilkelerini ) tanımayacağını açıkça ilan etmiştir. Emperyalist sistemin merkezinde bir çözülmeyi başlatmıştır; ama kapitalizmin genel yasaları, kuralları dünya sistemi içinde varlığını sürdürmektedir. Bu çerçeve içinde “komplo teorileri” söylemine sığınmak, sistemin işleyişine ilişkin vahim bir cehalet göstermektedir. Örneğin, yüksek dış açık veren bir çevre ülkesi, kendi parasını bir uluslararası ödeme aracı olarak kullanamaz. Cari açıklarını borçlanarak veya döviz rezervlerini harcayarak ödemek zorundadır. Vadesi gelen borçlarını ödemeyenlerin dış dünyadaki varlıklarına haciz gelir. Hükümetler, resmî zevat, bu tür ihlallere katılır; suç ortaklığı yaparsa ABD Kongresi’nden veya Trump’tan ekonomik yaptırım kararları çıkabilir.
AKP iktidarı, Kasım 2002’den itibaren Türkiye’yi neoliberal programa teslim etmiş; ağır bir dış bağımlılığa sürüklemiş; “kırılgan ülkeler listesi” içinde en üst sıralara yerleştirmiştir. Geçmiş ola…
***
Emperyalist sistemin merkezindeki dağılma, Türkiye’nin dünya siyaseti içindeki konumunu da sarsmaktadır. AKP adım adım Türkiye’yi Ortadoğululaştırmıştır. Irak ve Suriye’deki TSK varlığı sürdükçe, bu olgu kalıcı hale gelmektedir. Bu konumdan barış ve demokratikleşme değil; mezhepçi-cihatçı bir İslamcılık ile faşizmin ittifakı çıkar. “Suriye’den çıkın” çağrısını ana muhalefetin dahi üstlenememesi anlamlıdır.
Ortadoğulu bir Türkiye’nin geleceği, Endonezya’dan Fas’a uzanan bir coğrafyadaki halkların kaderine bağlanmış olur. Bu coğrafya, altmış yıl öncesinde Sukarno, Nasır, Ben Bella’ların dünyasıydı. Bugün farklı renklerde siyasî İslam’ın; Selefî, Şii, İhvancı, cihatçı akımların kan dökerek birbirleri ve küffar ile mücadele ettikleri bir dünyadır.
Emperyalizm, bu coğrafyaya sadece tahripkâr, yıkıcı sonuçlar getirerek müdahale etmektedir. Trump’tan barış ve inşa beklemek abestir. AKP bu akımların içinde aktif bir konumda yer alma gafletine sürüklenmiş; tökezleyince hedeflerini sınırlamıştır. Ama yeni hedeflerini de hayata geçirecek gücü yoktur.
Bu gafletin bedeli artık ödenmektedir. Dünün müttefiki cihatçıların Türkiye içine taşınmasının ilk yansımalarını yaşadık; daha ağırları beklenmelidir.
***
Türkiye bu “rejim değişikliği” dönemecine nasıl geldi? Kimler, hangi etkenler sorumlu oldu?
Üç aşama söz konusudur. Nicel göstergeleri içeren ayrıntılı bir tartışmayı erteleyelim; kuşbakışı göz atalım.
Birinci aşama 1998-2002 yıllarını kapsar. Türkiye burjuvazisi ile Bretton Woods kurumları tarafından temsil edilen uluslararası sermaye (emperyalizm) arasında bir ittifak oluştu. Hükümet, IMF/Dünya Bankası programlarını Türkiye’ye getirdi. Neoliberal modelin önceki yıllarda aksayan bir öğesi öncelik taşıdı: Bölüşüm, siyasî iktidardan bağımsızlaşacak; piyasaya teslim edilecektir.
Bu programın ilk bilançosu beş yıllık yoksullaşma ve ağır 2001 krizidir. Programı yürüten koalisyonun üç partisi (DSP, ANAP, MHP) Kasım 2002 seçimlerinde parlamentodan tümüyle tasfiye edildi. Kemer sıkma programlarına halk tepkilerinin sözcülüğünü üstlenen AKP tek başına iktidar oldu.
Böylece, Türkiye burjuvazisi ile uluslararası sermayenin ittifakı AKP’yi iktidara taşımış oldu.
***
İkinci aşama (2003-2007 yılları); AKP’nin Lale Devri’ni oluşturur. Yeni hükümet IMF programını olduğu gibi kabul etti; uyguladı; 2005’te üç yıllığına yeniledi.
Uluslararası sermaye hareketlerinin canlandığı; Türkiye’ye de dış kaynak akımlarının hızla tırmandığı bir döneme girilmiştir. Cari işlem açığı artmış, yüksek düzeyde kronikleşmiştir. Ekonominin dışsal bağımlılığı bu yıllarda yerleşmiştir.
Öte yandan önceki yoksullaşma-kriz dönemi (“beş kayıp yıl”); yüzde 7’nin üzerinde bir büyüme temposuyla aşılmıştır. Astronomik dış kaynak girişleri tüketim oranlarının, hayat düzeyinin hızla yükselmesine yol açmıştır. Bu ekonomik bilanço, halk sınıfları saflarında AKP iktidarını güçlendirmiş; seçim başarılarını sürekli kılmıştır.
AKP ile iç-dış sermaye çevreleri arasında balayı yaşanmaktadır. Hükümet, yapısal uyum programlarının (“özerk kurumlar” gibi) kimi öğelerini ihlal etmektedir; ancak, tek parti iktidarı sayesinde neoliberal modelin ana öğelerinin istikrarla uygulanması, bu arızaların hoş görülmesini sağlamaktadır.
***
Üçüncü aşama, bugünkü “rejim değişikliği” ortamına giden yolu içerir. Uluslararası kriz Türkiye ekonomisini 2008-2009’da sert etkiler. Beş kayıp yılı izleyen coşkulu canlanma ve tüketim artışı tarihe karışmış; ekonomi “normal” (%4’ün altında) bir büyüme patikasına yerleşmiştir.
Durgunlaşma, devlet aygıtı aracılığıyla burjuvaziye dağıtılacak kaynakları kısıtlamıştır. Sermaye çevreleri içinde “gözetilen, dışlanan” ayrımı oluşmuştur. “Taraf olmayan bertaraf olur” sloganı, iş adamlarını hizaya getirme niyetinin işaretidir. Bu niyetin uygulanması yaygınlaşmıştır. Kısılan kaynaklar ile sınırsız kazanç hırsının birleşmesi, rant oluşturma, paylaşma, vurgun yöntemlerinde ölçülerin şaşmasına; yasa-dışı uygulamaların genelleşmesine yol açmıştır.
Lale Devri bilançosuna dayanılarak iktidarın güvence altına alınamayacağı adım adım anlaşılmıştır. 2013 Haziran kalkışması, 17/25 Aralık belgeleri, Gülen-AKP ittifakının kan-revan içinde çökmesi, Haziran 2015 seçimleri kritik ara-aşamalardır.
Kasım seçimlerine giderken rejim değişikliğinin ilk işaretleri verildi. Mantıkî uzantısı, Temmuz 2016 sonrasının OHAL/KHK düzenidir. Yeni anayasa geçse de, geçmese de bu düzenin sürdürülmesi gündemdedir.
Tekrar edelim: Türkiye’nin tüm aydınlık, ilerici, demokrat güçleri için bu karanlık senaryoyu frenleyebilecek ilk hedef, anayasa taslağının referandumda reddidir. Aynı güçlerin Türkiye çapındaki örgütlenme, direnme becerisi, sonraki gelişmeleri de belirleyecektir.