Somut, sert, katı, acımasız, kuşatıcı…Yaşadığımız, nefes aldığımız, kâm aldığımız alanları, giderek bütün bir hayatımızı kuşatıyor.
İngilizcesi “concrete” zaten. Gayet “somut”. Elle tutulur, gözle görülür, kafaya vurulur, acıtır, dank eder!
Türkçeye, Fransızcadan gelmiş, “béton”dan, “harç” anlamından, ama Fransızcaya da Latinceden “bitumen” adlı harç/reçine/zift malzemesi olarak kullanılan bir ağaçtan, akçaağaçtan. “Concrete” kadar “somut” değil belki ama yine de sağlam! Harç bu; farklı parçaları birleştirerek sağlama alıyor neticede. Etimolojiden epistemolojiye giden yolları abartmadan/köpürtmeden devam edelim o zaman:
Evet, beton bu. Sapasağlam. Kuşatıyor dört bir yanımızı. Betonlaşma içinde yaşıyoruz. Kesin. Betonlaşan bir coğrafyada giderek daha çok köşeye sıkışıyoruz. Birçok şeyden yoksun. Hızla daha da betonlaşan bir dünyada kurtuluşu arıyoruz. Bazen coşkun, bazen mahzun.
Daha çok beton, daha az doğa. Daha az yaşam aslında… Yeni şehirler, yeni kanallar, yeni duvarlar, yeni barajlar… Üzerimize beton döküyorlar.
Betimleyici/tasvir edici olan böyle akıp gidiyor/gidebilir… Gerekli mi peki? Bir noktaya kadar… Çözümleyici/analiz edici olan da var… Gerekli mi peki? Sonuna kadar!
Topluma, ekonomiye, toplumsal ekonomiye bakmalı. Göstergelere. Göstergelerin ve görüngülerin arkasındaki gerçek dinamiklere.
Ekonominin motoru beton ve inşaat ise, vay halimize. Daha iki gün önce, “Türkiye’nin milli geliri nereden nereye?” diye sorup Erinç Yeldan hocamız anlattı Cumhuriyet’teki köşesinde. Önce büyüyen dış borç stoğuna değindi, sonra onun nereye gittiğine:
“Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını artırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür.
Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir.”
Betona yani.
Biraz daha derine gidelim mi? Hani hep dizayn, dizayn deniyor ya, sermayenin dizaynına göre yaşıyoruz işin esasında... Onun krizden bir süreliğine kaçmak için betona sığınmasına göre. Birikmek, daha çok birikmek, birikimlerini realize etmek, kâra dönüştürmek ve daha fazla kâra dönüşmek için söz konusu birikimini betona yatırmasına göre, bir anlamda hem çamura hem betona yatmasına göre. Mekânı da dizayn ediyor böylece. Dizayn gibi dizayn işte size; beton gibi dizayn!
Geçelim, İngiliz Marksist bir coğrafyacıya. David Harvey’in yazdıkları, hem tasvir hem analiz yönünden hayli etkileyici, ikna edici ve geliştirici.
Harvey temelde mekânların/coğrafyanın dönüşümü ile ilgili biri. Bunun toplumsal, çevresel, estetik, insani ve siyasi karşılıklarıyla. Hayatımızı ve kültürümüzü de yeniden değiştiriyor mekânların dönüşümü. Kentleşme/betonlaşma önemli bir boyutu. Ama arkasında ne var?
Sermayenin birikim yasaları, emeği sömürerek el koyduğu fazlayı/artığı değerlendirme ve realize etme çabaları, kâr güdüsü mekânları altüst ediyor… Kültür, tarih, sanat, hayat, her şey yıkılıp yeniden yapılabiliyor... “X’in yıkılması ve yerine Y’nin yapılması” basit bir şeymiş gibi görünüyor ama bir arka planı ve bir sürü özel anlamı var… Tıpkı AKM’nin yıkılması örneğinde olduğu gibi. “Çatlayın da patlayın, nasıl da yıkıyorum görüyor musunuz?” noktasına kolay gelinmiyor yani.
Marksist coğrafyacımız, bugüne kadar yazdığı kitapların özlü bir derlemesini oluşturan “The Ways of the World” (“Dünyanın Halleri” diyelim şimdilik; “halleri”, buradaki kullanımda “yolları” ya da “biçimleri”nden daha iyi, daha uygun gibi… John Berger’in “Ways of Seeing” adlı ünlü eseri, “Görme Biçimleri” yerine başka bir adla çevrilseydi, bu durum o kitaptan hareketle görme yolumuzu/yordamımızı etkiler miydi? Çevirinin ve sözcük tercihlerinin, içeriğe etki edebilme ihtimali… Bir başka örnek, kavram ilk aktarılırken “gerçeküstücülük” yerine “üstgerçekçilik” denseydi? Ki doğrusu da öyle sanki, neyse, daha fazla uzatmadan parantezi kapatıverelim şimdi.) adlı kitabının giriş bölümünde, bazı veriler üzerinde duruyor. 2008 krizi ve Çin’in -ve onun sayesinde de dünya ekonomisinin önemlice bir bölümünün- söz konusu krizi betonlaşma ile atlatma girişimi en başta. Çin’de 130 milyon nüfusla yeni inşa edilmeye başlayan bir şehirden bahsediyor mesela. Yeni ve sürekli dökülen betonlardan. 1800’lerin ortasında Fransa’da, 1900’lerin ortasında ABD’de yaptıkları gibi döküyorlar bugün Çin’de. Büyüme, istihdam, büyüme, istihdam, büyüme, istihdam… umudu ile. Nafile!
Giriş yazısında Türkiye de geçiyor arada, İstanbul özelinde. 18 milyonluk nüfusuyla zaten yaşanamaz halde olan şehrin 45 milyonla ne hale gelebileceğini bir düşünün hele. Şehrin kuzey aksındaki projelerle toplamda 45 milyonluk bir nüfusa yer açmanın hedeflendiğini, bunun da yeni beton dökme faaliyetleri gerektirdiğini aktarıyor Harvey. (Projelerin finansmanına ve tamamlanabileceğine pek ihtimal vermese de.)
Evet, beterin beteri var -Körfez/petrol bölgesinin yapay kentleri bir kenara- 130 milyonluk yeni Çin şehri var. Otoriter (hem de KP’li) liderlik altında inşaat bazlı “kalkınma” dönemi bu. Daha doğrusu, dönemi ve dönemsel ekonomik gidişatı kurtaran “otorite bazlı betonlaşma”! Ne kadar da benziyor yurduma!
Peki, karşısında nasıl durmalı? Nasıl ki “sınıfa karşı sınıf” bir tarz-ı siyaset ise “betona karşı, beton gibi muhalefet” de mi öyle acaba? “Beton, Millet, Sakarya”ya karşı “Beton, Mekân, Tarih” bilinci ya da!
Sosyalizm dendiğinde, devrim dendiğinde, tarihsel dönüşüm/sıçrama dendiğinde işimiz mekânla/coğrafyayla değil de, daha çok zamanla/tarihle ilgili gibi gözükür. Coğrafya gibi tali konularla uğraşmaktansa, “Benim işim mekânla değil, tarihle” demek pek bir havalıdır… Ama sermaye kendi tarihsel sürekliliği (hızlı/kârlı birikimi ve kriz erteleme gayreti) için mekâna ve coğrafyaya saldırıyor, yağmalıyor, betonlaştırıyor ise mekân ile tarihi iç içe ve diyalektik düşünmek durumundayız herhalde biz de.
Walter Benjamin’in “Pasajlar”ı, Richard Sennett’in “Ten ve Taş”ı ve tüm bir David Harvey külliyatı, mekânsal dönüşümün (ve mekânın örgütlenmesinin) tarihî önemini anlatıyor bize.
Okuyun bence…