Financial Times’ın kıdemli iktisat yazarlarından Martin Wolf’un 26 Ocak 2016 tarihli bir yazısı, “Ekonominin mağlupları seçkinlere karşı ayaklanıyor” başlığını taşıyor. Buradaki “seçkinler”, aslında Batı kapitalizminin egemen sınıflarıdır. Başlıktaki bu yanıltıcı terminolojiyi, Batı toplumlarındaki sınıfsal karşıtlıklara ve sonuçlarına ışık tutan ilginç bir analiz izliyor.
Makale şu soruya odaklanıyor: Son yıllarda yoğunlaşan bölüşüm gerginlikleri Batı siyasetine nasıl yansıyacaktır?
Batı’nın Bölüşüm Gerginlikleri
Bölüşüm gerginlikleri nelerdir? Wolf, önce Blanko Milanovic’in ülke verilerini birleştiren dünya gelir dağılımı tablolarını özetliyor. Bunlara göre, 1988 ile 2008 arasında reel gelir düzeyi düşen iki grup vardır. Birinci grup, yoksul ülkelerin en düşük gelir dilimlerinde yoğunlaşmıştır. Bunlara, “azgelişmişlerin sefilleri” diyebiliriz. Bu insanların emperyalist işgal, iç savaş, kuraklık, salgın gibi felaketlerin yoğunlaştığı Afrika, Orta Doğu-Afganistan, Karayip (Haiti) coğrafyasında yer aldığı anlaşılıyor.
Bu yirmi yıl içinde reel gelir düzeyleri düşen ikinci grupta yer alan insanlar, Batı ekonomilerinin alt ve alt-orta gelir dilimlerinde yoğunlaşmıştır. Tüm dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturuyorlar. ABD ve Avrupa’nın (işsizlerin de dahil olduğu) sıradan emekçileri söz konusudur.
Elbette ki “azgelişmişlerin sefilleri” ile “Batı’nın yoksul emekçileri” arasında gelir düzeyleri bakımından uçurumlar vardır. Ancak, farklı dünyalarda yaşayan bu iki grubu birleştiren ana özellik, 1988-2008 arasında karşılaştıkları mutlak yoksullaşmadır.
***
Wolf’un vurguladığı ikinci araştırma, 1948 ile 2013 arasında ABD’de ortalama “mavi yakalı” işçilerin saatlik ücretleri ile emek verimi hareketlerini karşılaştırıyor. 1948’i izleyen çeyrek yüzyıl (“kapitalizmin altın çağı”) boyunca, ücretler ile emek verimleri paralel seyretmiştir. Bu, emek ve sermayenin katma değerden elde ettiği payların değişmediği anlamına gelir.
Daha sonraki kırk yıl, ilk petrol krizini, neoliberalizme geçişi, uluslararası bunalımı ve sonrasını kapsıyor. Bu uzunca zaman diliminde emek verimi ile ücretler arasındaki makas çarpıcı boyutlarda açılmıştır. Sonuç, katma değer içinde emek payının belirgin oranlarda düşmesidir.
Bunlar ABD’ye özgü sonuçlar değildir. ILO bulguları dahil çok sayıda araştırma, tüm metropol ülkeleri için benzer sonuçlara ulaşmaktadır.
Bu tür hesaplamalar, “üretken” sektörlere özgüdür. Dolayısıyla, bulgular, Batı kapitalizminde sömürü ve artık değer oranlarında hızlı yükselişler anlamına geliyor.
***
Martin Wolf’un üzerinde durduğu üçüncü tür bulgu, 1990-2015 arasında, ABD ile yedi Batı Avrupa ülkesinde göçmenlerin toplam nüfus içindeki paylarından oluşuyor.
Oranlardaki artış %16 (Fransa) ile %500 (İspanya) arasında değişiyor. 2015’e gelindiğinde göçmen nüfusun payı %10 (İtalya) ile %17 (İsveç) arasında değişmekte; ABD ve Almanya’da %15 eşiğine ulaşmaktadır.
Bunlar, Meksika’dan, Güney Amerika’dan ABD’ye; Afrika’dan, Orta Doğu’dan Batı Avrupa’ya göçen milyonlarca insandır. Yeni ülkelerindeki emek havuzuna katıldıklarında ortalama gelir düzeyleri kendi geçmişlerine göre mutlaka artmıştır. Ancak, emek havuzunda yer alan “eski işçilerin” ortalama gelirlerinin düşmesine de katkı yaparak; milliyetçi, ırkçı tepkileri besleyerek…
Neoliberal yılları kapsayan bu üç grup bulgu, Martin Wolf’u da “kaybedenler” kavramına götürüyor. Bunu da “yerli işçi sınıfları” olarak adlandırıyor.
***
Yerli İşçilerin İsyanı; Merkez Partilerinin Erimesi
Wolf, böylece, sınıfsal bir teşhise ulaşıyor: “Yerli işçi sınıfları isyan halindedir; ülkelerinin ekonomik ve kültürel hayatlarına egemen olan seçkinleri reddediyor.”
Bu teşhisi, “yerli işçi sınıfları”nın siyasal tepkisine ilişkin bir öngörü izliyor: “Donald Trump’a, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephe’sine ve [Britanya’da] Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP’e) oy vereceklerdir.” Wolf’un “ulusalcı popülizmler” diye adlandırdığı bu akımlar, “katı sağ’ın ulusalcılığını, katı sol’un devletçiliğini ve her ikisinin otoriterliğini birleştirmektedir.”
“Yerli işçiler”in bu siyasi yönelişleri, Batı’nın sağ/sol merkez (“düzen”) partilerinin siyaset üzerindeki hegemonyasını tehdit etmektedir. “Batı seçkinlerinin sağ kanadının öncelikleri”, yüksek gelirlerde daha düşük vergi oranları, sosyal harcamaların frenlenmesi, esnek işgücü piyasaları, yükselen borsalardan oluşur. “Seçkinlerin sol kanadının önceliklerinde” ise, çok kültürlülük, laiklik ve çeşitli bireysel özgürlüklerin (örneğin kürtaj hakkının) genişlemesi yer alır. Göçmenlere karşı liberal politikalar ve küreselleşme ise, iki grubun ortak önceliğidir.
Martin Wolf’un özetlediği biçimiyle orta/sağ ve orta/sol (sosyal demokrat) programlardan hiçbiri, “yerli işçi sınıfının” endişelerini karşılayan öğeler içermiyor. Ona göre, bu sınıfın elinde tek bir koz kalmıştır: Vatandaşlığın (yani oy verme hakkının) sağladığı ayrıcalık… Bu ayrıcalığı, yabancılarla paylaşmak istemiyor. “Ulusalcı popülistler”e bu nedenle kayıyor.
Neo-Faşizm mi? Sosyalizm mi?
Bu kayma tehlikelidir. Nasıl önlenebilir? Wolf, “seçkinlere” basit bir öneri getiriyor: “Vatandaşlık haklarını koruyun; aksi halde [yerli işçi sınıfındaki] bu tehlikeli nefret daha da tırmanacaktır.”
Basite indirgersek bu, “göçmen girişlerini kısıtlayalım” anlamına gelir. Bu da, ulusalcı popülist programların egemen Batı sermayesi açısından en zararsız öğesidir. Wolf gerekçe getirmiyor; ama biz yapalım: Büyük sermaye açısından Batı işgücü piyasalarını “Güney”den gelen emek akımlarına açma gereksinimi artık kalmamıştır. Üretken sermaye esasen düşük ücretli Güney’e taşınmıştır. Oradaki kârlar Batı borsalarındaki hisse senetlerini beslemektedir. Göçmenlerin sefalet ücretlerinden yararlanan küçük-orta işletmeler gözden çıkarılabilir. “Yerli” işçiler ise, niteliksiz veya nitelikli hizmet sektörlerinde varlıklarını sürdürebilirler. Göç sınırlanırsa, egemen siyasete isyan frenlenebilecektir.
***
Batı siyaseti gerçekten de bir yol ayrımına gelmiştir. Merkez partileri, sağdan gelen “ulusalcı popülist” akımlar karşısında erime riski ile karşı karşıyadır. (Kavramları biraz zorlayarak bu akıma “neo-faşizm” diyebiliriz.) Martin Wolf, egemen siyasetin göç politikalarıyla sınırlı bir platformda neo-faşizmle uzlaşmasını öneriyor. “Katı sol” akımlardan neo-faşizme bulaşabilecek tehlikeli (devletçi, korumacı) tezler bu ortak platformun dışında kalmalıdır.
Neo-faşizmin seçmen desteğinde yükseliş örnekleri ortadadır: ABD’de başkanlık ön-seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin açık-ara önde giden adayı Donald Trump’tır. 2014’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Britanya’da UKIP %27’lik oyla; Fransa’da Ulusal Cephe %25’lik oyla birinci parti oldular. Bu iki ülkede seçim sistemleri, merkez sağ/sol partilerini iktidarda tutacak biçimde düzenlenmiştir. Böylece, UKIP ve Ulusal Cephe parlamentolarda temsil edilememekte; kısa vadede iktidar alternatifi olamamaktadır.
Ancak, bunlar yapay ertelemelerdir. Merkez partileri için iki seçenek gündemdedir: Neo-faşist programın bazı öğelerini (örneğin göç politikasını) benimsemek veya “ulusalcı popülizmler” ile doğrudan ittifak… Bu ikincisi ABD ve Fransa’da gündemdedir: Trump’ın Cumhuriyetçi Parti başkanlık adaylığını ve Sarkozy’nin Ulusal Cephe ile işbirliği olasılığını kast ediyorum. Dahası da var: AB’nin Macaristan ve Polonya’daki neo-faşist iktidarlara karşı gösterdiği örtülü hoşgörüyü Syriza iktidarına karşı uyguladığı ağır baskı ve şantaj ile karşılaştırın.
***
Bir başka risk de söz konusudur: İsyankâr yerli işçi sınıflarının doğrudan doğruya geleneksel sosyalist, anti-kapitalist akımlara (katı sol siyasete) yönelme olasılığı…
Batı’da bu “hayalet” bir türlü yok olmamaktadır. Eleştiri doğaldır; bugünkü koşullarda erteleyelim. Ülke tarihlerinin izlerini taşıyan, rengârenk bir sosyalist miras bazen canlanmakta; bazen de yeni filizler vermektedir.
ABD’de güncel örnek Bernie Sanders’tır. Demokrat Parti’nin başkanlık adaylığı için yarışmaktadır. 1920 seçimlerine hapisten katılan ve 1 milyona yakın oy alan Sosyalist Parti lideri Eugene Debs’i örnek almıştır. Kampanyasına sermaye çevrelerinden katkıları reddetmiştir. Sosyalist gönüllülerin desteğiyle Hillary Clinton’u zorlamaktadır.
Britanya İşçi Partisi liderliğine, sendikaların ve yarım milyonu aşkın üye tabanının desteğiyle seçilen Jeremy Corbyn bir başka örnektir. İşçi Partisi’ne özgü sosyalist geleneği benimsemekte; neoliberalizme karşı çıkmakta; yeniden kamulaştırmaları savunmakta; anti-emperyalist bir dış politikayı yeğlemektedir. Bu özellikleriyle Tony Blair’in “Yeni İşçi Partisi” çizgisinin tam karşıtını temsil etmektedir.
AB’nin çevre ülkelerinin (Wolf’un deyimiyle) katı sol akımlarını, geleneksel komünist partiler veya Syriza, Podemos, Portekiz’de Sol Blok gibi sosyalist eğilimli yeni hareketler temsil ediyor.
Syriza, Avro-emperyalizmine teslim oldu; ama bu teslimiyet yaygınlaşmadı. Portekiz’de kemer sıkma politikalarına karşı çıkan dört örgüt (Sosyalist Parti, Komünist/Yeşiller İttifakı ve Sol Blok) %50’yi aşan oy oranına ulaştı; AB’nin baskılarına direnerek bir sol koalisyon hükümeti kuruldu. İspanya’da neoliberalizme direnmesiyle öne çıkan Podemos yüzde 21 oyla üçüncü parti oldu; düzen partileri iktidarını cezalandırdı. İrlanda’da dahi, neoliberal uygulamalar sert halk muhalefeti ile karşılaştı; son seçimler bu politikaları üstlenen koalisyonu iktidardan uzaklaştırdı; sola yönelen Sinn Fein’i üçüncü parti konumuna yükseltti.
***
Martin Wolf’un terminolojisi yanıltıcıdır; ama teşhisi doğrudur: Batı’nın işçi sınıfları sermayenin tahakkümüne karşı isyan halindedir. İsyanın ilk sonucu, düzen partilerinin siyaset üzerindeki egemenliğinin sarsılmasıdır.
Neo-faşist ve sosyalist siyasetler arasında bir yol ayrımına gelinmektedir. Sermaye, halk muhalefetinin neo-faşist güzergâha yönelmesini yeğleyecektir. Sosyalist güzergâh ise, devrimci bir dönüşümü değil, direnme yöntemlerini içermektedir.
Türkiye’de ise Batı’nın değil, Orta Doğu’nun siyaset yelpazesine savrulmaktayız. Bu nedenle farklı seçeneklerle karşı karşıyayız.