Bir gazete haberi getirdi bu yazıyı. Bir gazete haberinin sosyal medyada yankılanması. (Çoğu sosyal medya haberi gibi hızla gelip geçse de tortusu kaldı bir şekilde.)
Amerikan profesyonel basketbol ligi NBA’de bir takıma katılmak için İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yatıp kalkan genç bir basketbolcuyu anlatıyordu bu hüzünlü haber. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın altyapılarında basketbol oynamış, en son Bursa’da bir kulüpte spor hayatına devam eden, iki küsur metre boyunda ve henüz daha 23 yaşındaki gencimiz, havalimanına yerleşmiş, sürekli ABD’ye giden uçakları takip ediyor, pasaport bankosuna ilerliyor, Kaliforniya tarafına kalkan, kendisini hayallerinin takımı Los Angeles Lakers’a götürecek olan uçağı soruyor ve olumlu bir yanıt alamasa da sormaya ve beklemeye devam ediyordu bu haberlere göre. Günlerce…
Daha sonraki haberlerde, psikolojik sorunlar yaşadığı, bir süredir ilaçlarını almadığı, Amerika’da basketbol oynamayı saplantı haline getirdiği gibi bilgilerin yanı sıra, psikolojik sorunlarının geri planına bakmaya çalışan ve küçükken annesini kaybettiğinden, babasının bu kayıp dolayısıyla onu suçladığından, üvey annesinden kötü muamele gördüğünden, tüm bunların biriktiğinden vb. dem vuran doğruluğunu bilemediğimiz spekülasyonlar da yayımlandı gazetelerde.
Bilgi ve spekülasyonlar arasında, bu acı ve hüzünlü olayın bilinmeyen tarafları değil de, “görünür” ve “saplantılı” kısmı bir şekilde dokunmaya devam etti bana. Uğraştığın profesyonel spor/sanat/iş dalında, eeen tepelere çıkıp çok başarılı olmak, büyük star olmak şartlanması… (Geri plandaki, geçmişteki ve güncel hayattaki diğer negatif yüklerden de böylece kurtulabilmek belki).
Daha sonra çıkan haberlere göre, “basketbol camiası”nın yardımlarıyla hastaneye kaldırıldı genç kardeşimiz. Devamını bilemiyoruz. Çok da “sağlıklı” devam edemeyeceğini tahmin ediyoruz. Ama konumuz o değil, şartlanmanın bizzat kendisi ve gözümüzün önüne, avcumuzun içine bıraktığı hüzünlü durum.
Evet, soyut bir kavram, “görünebilir” oluyor bazen böyle, elle tutulabiliyor! Şartlana şartlana saplantı haline geldiğinde başarı, “elde var hüzün”e dönüşebiliyor.
Konuyla bağlantılı popüler bir romana gidelim şimdi. Chuck Palahniuk’un ünlü (gerçi filmi sanırım çok daha ünlü) “Dövüş Kulübü”nde anlatmaya çalıştığı üzere, hepimiz gençken birer film yıldızı ya da futbol yıldızı olmayı umuyorduk belki de, büyük hedefler belirlemiştik, rüyalar görmüştük, birilerini model almıştık, özenmiştik, arzulamıştık… kimimiz Madonna, kimimiz Maradona olacaktık. Kimimiz de Michael… Jackson ya da Jordan, fark etmez ama olmadı sonuçta! İntikamını alalım mı o zaman? Öfke/ hüzün, hırs/dayanışma, rüya/kâbus, tüketim toplumu/çalışma zorunluluğu… hepsi bir arada tam bir karmaşa. Ölesiye, öldüresiye dövüşelim mesela!
Pop-art’ın “meşhur” yüzü Andy Warhol’un, “gösteri ve şöhret dünyası”na eleştiri de getiren, “Herkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacak” sözünün ve onun üstüne meşhur şarkıcı David Bowie’nin, belki de on beş dakikayı kısa bulup, “Bir günlüğüne kahraman olabilirsin” dediği “Hero” adlı şarkısının birkaç tık üstü bu.
Hepimiz, sahnesi/alkışı/bilinirliği ve parası bol bir alanda, müzikte, sinemada, futbolda ve basketbolda –muayyen bir çalışmanın ardından, muayyen bir süre zarfında– star ve kahraman olacağız mutlaka! Şartlanma bu istikamette. Olamazsak dövüş kulübü, rövanş, bireysel (toplumsal değil maalesef) cezalandırma… pata küte. Dayak yemeyeceksek (hayattan); en iyisi Bowie’ler, Messi’ler, Lebron James’ler, çok büyük başarılar, parlak hayatlar, star ışıltıları, zenginlik, “celebrity”, varlığını ispatlama, şöhret…
Olmadı, kısa yoldan dünyayı terk et!
Gösteri ve tüketim toplumunu, star sistemini ve kültür endüstrisini derinlemesine çözümleme, sporun ve kültürün endüstriyelleşmesini tasvir edip eleştirme vb. derken farklı analizler peşinde, sektörleşme, piyasalaşma, endüstriyelleşme hattında geldiğimiz yer burası ya da bu kadar basit işte… Havaalanında ve akıl hastanesinde sonlanan hüzünlü bir hikâye.
Şartlandırılan, mutlaklaştırılan, toplumsal yönleri ihmal edilen bir şey gerçekten de “başarı”. Daha spesifik olarak, basamak basamak “şöhrete kadar uzanan başarı”. Öğrenciliğin en başından itibaren var bu şartlanma. Eskiden daha örtüktü, bugün apaçık. Masummuş gibi görünen hedef ya da hayallerin “belirlenmesi”nden itibaren var. Öğrenme/ yetişme/ yarışma/ rekabet tarzı değişeli beri, kamusal eğitim ve toplumsallık azala azala, özel eğitim ve bireysellik aza aza var.
Çocuk yetiştirirken yapılan hatalardan itibaren var. Bireyin oluşumuna dönük –bireysel ve toplumsal– yanlış müdahalelerden itibaren. Yetişen insanın önüne gerçek sevinç kaynaklarını (anlamayı, doğallaştırmayı ve paylaşmayı) değil, hayal kırıklığıyla birlikte gelecek üzüntü kaynaklarını (aşkınlığı, yarıda kalmayı/bırakmayı, yorulmayı ve nihayetinde çöküp parçalanmayı) yerleştirmekten itibaren var. Kendisiyle, doğayla, yaptıkları ve yapabilecekleriyle barışık insanlar yetiştirememekten itibaren.
İddiasızlık değil bunun karşıtı. Hedefsiz kalmak da değil. Merak ve tutkunun uzağına düşmek hiç değil. Yaratıcılığı/üretkenliği cesaretlendirecek, insanın potansiyellerini geliştirebilecek eşit/adil-özgür ortamı yaratabilmek mesele.
“Kendi gelişimimiz ve insanlığın kurtuluşu için, yaratıcı güçlerimizi harekete geçirmek,” olarak tarif ettiği sakallının Grundrisse’de.
Spor mu? Amatör ruhu, sağlığı, yaratıcılığı, kolektiviteyi, ruhsal dinginliği, fiziksel zindeliği teşvik eden bir “spor ortamı ve anlatısı” mı var ortada? Ne yapacak 23 yaşındaki kardeşimiz, her yönüyle profesyonelleşmiş, piyasacı/rekabetçi, yıldızların ışıldadığı basketbol dünyasında? Tam da bu dünyada?
Şartlanmalar/zorlamalar, başarı standartları/ileri kriterler, potansiyeller/gerçekleşmeler derken… düşündünüz mü hiç, ne kadar da zor insan olmak, insan kalmak bu dünyada!