1990’lı yıllarda, Türkiye’deki siyasal gelişmelerin sadece ABD-Almanya çekişmesi ekseninde anlaşılabileceğini savunan sosyalistler vardı. Onlara göre, ABD emperyalizmi giderek güç kaybederken, yükselen Alman emperyalizmi, Türkiye üzerindeki belirleyiciliğini giderek artırıyordu. Mesut Yılmaz ve Necmettin Erbakan gibi bazı politikacıların başlıca nitelikleri, “Almancı” olmalarıydı. Bu arada, avro da dolar karşısında giderek güç kazanacak, geleceğin dünya para birimi olacaktı...
Bunlar, ilgi çekici analizlerdi... Yalnız, doğruluklarından/yanlışlıklarından bağımsız olarak, ufak bir sorunları vardı: Sosyalistlerin somut olarak ne yapması gerektiği hakkında herhangi bir sonuca işaret etmiyorlardı. Aslına bakılırsa, bu analizleri yapmak için sosyalist olmak da gerekmiyordu.
Kuşkusuz, ülkedeki ve dünyadaki gelişmeler hakkındaki her tür analizin güncel siyasal görevlere ışık tutması gerekmez.
Ama en azından, solun siyasal görevlerini tarif etmek için yapılan analizler hakkında bunu beklemek gerekir herhalde...
Yine 1990’lı yıllardan başlayarak bazı sosyalistlerin ileri sürdüğüne göre, emperyalistler, başka pek çok ülke gibi Türkiye’yi de bölmeye karar vermişti. Buna karşı mücadele etmek gerekiyordu. Peki, bu mücadele somut olarak ne şekilde yürütülecekti? İşte bu konuda (“bölünmeye karşı çıkmak”, “bölünmeye karşı mücadele etmek” gerektiği dışında) pek bir şey söylen(e)miyordu.
Aslında, pek bir şey söylememekten daha kötüsü yapılmış, güncel ve somut siyasal hedefler için yürütülen mücadelelerin anlamsızlığı propaganda edilmiş oluyordu. Çünkü kapıda bir bölünme vardı!
Bugün de, örneğin “seçimler boş, çünkü ülke bir iç savaşa doğru gidiyor” tezini açıkça ya da örtülü şekillerde savunanlar var. Peki, iç savaş patlak verecekse, şimdi ne yapmalı? Bir iç savaşta sosyalizmin bir taraf hâline gelmesi için somut olarak ne tür bir strateji ve taktikler izlenmeli? Bunlar kaç kişiyi ikna edebilir?
Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklenmesi tehlikesinin bulunmadığı iddia edilemez elbette. Dahası, güncel siyasal görevler tartışılırken, bir iç savaşın patlak vermesi olasılığı da, başka pek çok olasılık gibi, akılda tutulmalı. Dolayısıyla ve örneğin, halkların kardeşliğini zedeleyebilecek yaklaşımlardan uzak durulması gerektiği unutulmamalı. Ama nedense, tam da iç savaşa sürüklenmekte olduğumuzu savunanlar, bu konuda daha az hassas davranabiliyor!
Güncel siyasal görevlerle ilgili tartışmalarda, “iç savaş geliyor” tezinin yanı sıra, faşizm geldi/geliyor saptamaları da benzer bir işlev görebildi.
Bu saptamalar da, kesinlikle temelsiz değildi elbette. Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin faşizan yönelimlerinin bulunduğu apaçık. Bunlarla mücadele edilmesi gerektiği de apaçık; dahası, bu mücadeleyi doğrudan doğruya halk yürüttü. Gezi Direnişiyle başlayan mücadele, aynı biçimde olmasa bile sürüyor. Aynı mücadele sayesinde, 7 Haziran seçimlerinin AKP’nin ciddi şekilde geriletmesi olasılığı ortaya çıktı. Asıl önemlisi, Tayyip Erdoğan’ın özlemini duyduğu türden bir rejimin kurulma olasılığı bir hayli azaldı.
Kuşkusuz, henüz ortada kesinleşmiş bir sonuç bulunmuyor. Tayyip Erdoğan ve AKP, 7 Haziran’a kadar, ellerinden geleni artlarına koymayacak.
Tam şu noktada, sosyalist sol ne yapmalı?
AKP’nin zayıflatılması mücadelesine somut katkılarda bulunup, provokasyon ve kumpas girişimlerini boşa çıkarmaya mı çalışmalı, yoksa, “AKP zayıflasa bile, bunun tek sonucu düzenin kendisini yenilemesi olur” türü analizler mi yapmalı?
Bir başka deyişle, AKP’nin geriletilmesini mi önemsemeli, yoksa bu gerilemenin bir “devrim” anlamına gelmeyeceği propagandası mı yapmalı?
AKP’nin geriletilmesinin bir “devrim” anlamına gelmeyeceği de apaçık.
İyi ama, AKP’nin şu ya da bu ölçüde (ve elbette halkın tepkisi sayesinde) geriletilmesi mi sosyalist sola daha fazla alan açar, yoksa gücünü koruması mı?
Örneğin, gerileyen bir AKP, istikrarsızlık üreten bir meclis bileşimi ve güç kazanan bir toplumsal muhalefet, çok uzak olmayan bir gelecekte erken seçimlere gidilmesini zorunlu kılabilir. Başka olasılıkların yanı sıra bu olasılığı da gözetecek, bu doğrultuda da hazırlık yapmayı önümüze bir görev olarak koyacak mıyız?
Yoksa en sağlamı, bekleyip analiz etmek mi?