Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta “Amerika’yı Kolomb’dan önce Müslümanlar keşfetti” diyerek yeni bir tartışma açtı. Bu tartışmanın bir cehalet (ısrar edilirse şarlatanlık) örneği olan “Küba’daki cami” bölümünü geçelim.
Çeşitli toplumların Kolomb öncesi Amerika seyahatleri (örneğin Fenikeliler, Vikingler, Arap denizciler, Çinli Amiral Zheng He) hakkındaki söylence ve gerçekleri birkaç gün önce bu portalda yazdık. Bütün bu olgulardan anlaşılıyor ki, Avrupalılar Amerika’nın ve dünyanın “son” kâşifleridir. Peki, “son” olmalarına karşın onları “ilk” yapan nedir?
Neden Zheng He’nin açtığı yoldan dünyanın dört bir yanına Çinli tacirler yayılamadı? Çin İmparatoru, hele böylesi bir donanmaya sahipken, dünyanın fethini Portekizli-İspanyol korsanlara mı bırakacaktı? Neden Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası II. Bayezid, kendisine yalvaran Kolomb’a birkaç gemi bahşedip, üstelik yanına Osmanlı levendlerini de katıp Yeni Dünya’ya açılmak istemedi? Koskoca orduları Mehter Marşı’nın ezici nameleri eşliğinde Viyana kapılarına dek götürebilen, Akdeniz’de cirit atan, Bizans’ı yıkıp çağ açan Osmanlı, okyanusa açılacak üç-beş gemiyi mi bulamayacaktı?
Olmadı, çünkü ihtiyaçları yoktu. Kolomb’un II. Bayezid’e, “bana bir gemi verin, size yeni bir dünya bulayım” dediği biliniyor; Bayezid reddediyor. Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın çatışmasıdır bu. Çin ve Osmanlı feodallerinin dünyanın yuvarlak olmasına ihtiyaçları yoktu! Pirî Reis’in, ünlü haritasını yaptıktan sonra Yavuz Sultan Selim’e sunduğu, Padişah’ın da haritaya bakıp “dünya bir hükümdara yetmeyecek kadar küçükmüş” dediği söylenir. Bugünden baktığımızda, dünyanın değil ama, o kibirli tavrına karşın Yavuz’un dünyasının küçük olduğu görülüyor.
Dönemin Avrupalılarının ise ihtiyaçları vardı. Avrupa’da palazlanmaya başlayan burjuvazinin, dünya kaynaklarına ulaşabilmek için yeni bir yola ihtiyacı vardı. Zenginlikler kaynağı Çin’e ve Hint’e giden yolları, bir başka “baba” devlet Osmanlı tutmuştu. O halde kendi feodalleri tarafından bile aşağılanan Avrupalı burjuva için, dünyanın yuvarlak olmasından başka çare yoktu.
İşte bu yüzden bütün zenginliklerin göbeğinde oturan Çin imparatorları ve Osmanlı padişahları değil de, Avrupalı çapulcular kendilerini hırsla okyanuslara vurdular. Böylece, dönemin “ileri” Asya’sı değil, “geri” Avrupa’sı, yeni ve “daha ileri” bir uygarlığın beşiği olabildi. Bu sürecin dinamiği ise Avrupa’da ortaya çıkıp palazlanmış devrimci bir sınıfın (burjuvazinin) varlığıdır. Kolomb’u, Gama’yı, Magellan’ı, Cook’u -tüm tarihsel gerçeklere karşın- “ilk” yapan, işte bu dinamiktir.
15. yüzyıl ilginç bir dönem; özellikle Çin, Osmanlı ve Avrupa açısından karşılaştırmalı olarak incelenmeye değer. Çin’de soylulara isyan eden ihtilalci bir köylü önderi (Chu Yüan Chang) tarafından kurulan Ming Hanedanı iktidardadır. Moğollar nihayet sürülmüş, bir Çin pazarı (ulusu) ortaya çıkar gibi olmuştur. Bir orta sınıf oluşmaya başlamıştır. Amiral Zheng He’nin donanması sadece asker değil, tacir de taşımaktadır. Çin, sanki kapitalizmin eşiğinde gibidir.
Osmanlı ise İstanbul’u fethetmiş, Ortaçağ’ın simgesi Bizans’ı yıkmıştır. Aydınlanmanın önü açılmıştır. Osmanlı da, “ilerici” padişah Fatih Sultan Mehmed’in kişiliğinde, bir eşikte gibidir.
Fakat iki bölgede de, bütün bu gelişmeler, kadim feodalizmin gücü (daha doğrusu yeni yeni filizlenen burjuvazinin zayıflığı) yüzünden, yeni bir üretim tarzına evrilemedi. Bu başarılar, feodalizmin başarılarına dönüştü. Çin’de Zheng He’nin donanmasının yakılması ve iki direkliden büyük gemilerin yapımının yasaklanması (cezası idamdı!) ilginçtir. Çin, 15. yüzyılın başlarında, kapitalist bir uygarlığa teğet geçip yeniden güçlü bir kara imparatorluğunda (toprak ekonomisinde) karar kıldı. Osmanlı’da da Fatih sonrasında benzer bir gelişme yaşandı.
Bu gelişmeler de tarihsel zorunluluktan kaynaklanır. Çin’de de Osmanlı’da da feodaller henüz çok güçlüydü, daha önemlisi devrimci barutlarını henüz tüketmemişlerdi. Burjuvazinin ve kapitalizmin günü henüz gelmemişti. Fakat Avrupa’da durum tam tersiydi: Avrupa feodalizmi çürümüştü, güçsüzdü; Avrupa toplumlarının yakıcı ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Dolayısıyla bu ihtiyaçları karşılayabilecek yeni bir sınıfa (devrimci burjuvaziye) gün doğmuştu. Avrupa, dünya feodalizminin zayıf halkasıydı. Avrupa, feodalizmde ısrar ederse, ne Çin’le ne de Osmanlı’yla baş edebilirdi. Tek çare vardı: Yeni bir model, yeni bir uygarlık, yeni bir üretim tarzı: Kapitalizm. Tarih, Çin’de ve Osmanlı’da yüzüne kapanan kapıyı, Avrupa’da açtı. İşte bu yüzden Amerika’nın “kâşifi” Kristof Kolomb olmuştur.
Neden El-Cezeri bir Leonardo da Vinci, Nizamülmülk bir Machiavelli, İbn Rüşt bir Descartes, İbn Sina bir Harvey, Takiyüddin bir Galilei, Biruni bir Newton, Cabir bin Hayyan bir Lavoisier, İbn Miskeveyh bir Darwin, İbn Haldun bir Marx olamadıysa, Mugarrarinler veya Berberi kabile şefi de o nedenle bir Kristof Kolomb olamamıştır.
Amerika’nın kâşifini değiştirmek mi istiyorsunuz? Bunu geçmişe özlem duyarak, çoktan tarihin müzesindeki yerini almış ideolojilerin bayraktarlığını yaparak gerçekleştiremezsiniz. Bugün “Yeni Osmanlı” hayalleriyle Amerika’nın kâşifi değil, ancak taşeronu olunur.
Ancak yeni bir uygarlık modelini temsil eden yeni bir devrimci sınıfa dayanarak Amerika yeniden keşfedilebilir. Devrimi yapan Amerika’yı da “keşfeder”. Tarihi yapan, tarihi yazar.
Bunun “en sonuncu keşif” olması dileğiyle... Sadece maddenin, eşyanın, doğanın ve evrenin keşfedileceği bir insan toplumunun özlemiyle...